Eskileri uğurlamak o kadar da kolay olmuyor. Ne kadar acı verse de
vazgeçmek istemiyoruz alışkanlıklarımızdan, alıştıklarımızdan. Her gün canından
bir parçayı koparıp alsa bile, iş yolları ayırmaya gelince daha çok can
yakıyor. Kanser gibi… Kanserli hücre zarar da verse, benim parçam olmuş, bana
yapışmış diyoruz. Sımsıkı sarılıp bırakmıyoruz, bizi yavaş yavaş öldüren
şeyleri ya da insanları… Çünkü belirsizlik her zaman daha korkutucu…
Elden giden özgürlük de olsa, rahat da olsa, söz hakkı da olsa, cellâdına
âşık olmuş bir neslin çocuklarıyız sanki. Çözümden uzak, şikâyete yakın duran;
hiçbir zaman cesaret edip “ben yenisini
istiyorum” diyemeyenler var aramızda. Konforundan ayrılmakla özgür olmak
arasındaki ikilemde boğulmaya devam o zaman…
Bir yıl önce, Redhack canlı yayında etkileyici sesi ve konuşmasıyla
hepimizi büyülerken, lafta kolay uygulamada zor bir şey istemişti.
“Çıkın sokaklara ve özgürlüğünüzü
almadan da sevdiğinizin koynuna girmeyin” demişti…
Dile kolay be Redhack kardeşim…
Her şey elden gitmiş, ortalık pisliğe batmışken keyif, zevk, sefa
düşünülemez diyorsun. Kendince haklısın belki. Ama şunun şurasında üç günlük
dünyada sevdiğimizin koynuna girecek ne kadar vaktimiz var ki?
Konuşmanı dinleyip sesinden büyülenen, sana talip olan kızlar belirmişti
o gün. Ne kadar esrarengiz ve güçlü karakterde bir adamdın ki, cinsiyetin
ötesinde ulvi bir amaca âşık olmuştun sen. Bir kadını- hem de sevebileceğin bir
kadını bile, hayatının amacına değişmiyordun.
Çok düşündüm ben senin bu dediğini… Uğrunda ölünecek tek aşk varsa, “özgürlük
aşkı” olmalıydı sana göre…
Biz kadınlar kanserli hücrelerimizi ve hatta bizi kanser edenleri
sevmekten vazgeçmeyiz bir türlü. Hep affeder, yeni şanslar verir, üzülmekten
harap olur yine de umudu kesmeyiz emek verdiklerimizden.
Biz aşka teslim olmuş, aşka yenik düşmüş, “aşktan ölmek” ile “aşk
sayesinde hayata tutunmak” arasında mekik dokumuş, aşkla var olmuş bir enerji
katmanıyız. Gel-gitlerimiz, öfkelerimiz, çileden çıkaran nöbetlerimiz, inandığımıza
dünyayı verseler değişmeyecek şekilde sarılışımız bu yüzden.
En büyük aşkımızın, geçmişten bizleri izleyen bir çift mavi göze olduğu
tartışma götürmez. Kahramanlık severiz çünkü. Bir ömrü, bir ülke kurtarmaya
adamış, hemcinsini ikinci plana atacak kadar amacına sarılmış adamları severiz.
Bizim türde ise, daha çok aşk acısının getirdiği hırs ile büyük işler
başarmış kişiler vardır. Bir kadın eğer çok başarılı ise, kalbine bir bakmak
lazım. Orada mutlaka tamir etmeyi beceremediği bir yara yerleşmiştir. Onu
temizlemeden, gerekirse bastırarak, ama asla vazgeçmeden hayattaki diğer
hedeflerine yönelmiştir. Bu yüzden, milletimizin kurtuluşu bir kadının elinden
olacaksa, o aşk acısı taşıyan bir kadın olacaktır.
Kadınların kahramanlığı erkeklerinkinden başkadır.
Kadınların kahramanlığı, âşık olduğu erkeğin önceliğine adanmıştır.
Kişisel gelişim kitapları, ilişki terapistleri hep bunu değiştirmemizi söyler. “Kendinizden vazgeçmeyin, kendinize değer
verirseniz adam size hayran olur” falan der. Palavra…
Bir kadına doğasından vazgeçmesini söylemeyin bence…
Farklı yaratılmışız…
Kadın, aşk içindir. Kimyası elvermez aksine…
Kadın aşk ile yoğruldukça güzelleşen; âşık olduğuna her şeyini verip de
onu bedeninin tüm hücrelerinde hissetmeden rahat edemeyen olağanüstü bir
varlık. Her ne kadar bu yaptıkları erkeğin gözünde onu küçültse de, kadın
kadınlığını ve tüm varlığını erkeğine sunmaktan vazgeçmeyecektir.
Kadın, erkeğinin gözlerinde aydınlanacaktır. Onun bakışını kimseninkine,
onunla yaşayacaklarını hiçbir kadere değişmeyecektir.
Sadakat mi görmek istiyorsunuz? Aşkla yıkanmış bir kadını, dünyanın en
işlek yerine koyun. Bütün yakışıklı erkekleri etrafına serpiştirin. Onun gözü
çevresindekilerde dolaşarak erkeğine benzeyen bir yüz görmek için çırpınacak;
onun özlemiyle içi ezilecek, ona kavuşacağı anın hayaliyle ya da umuduyla
sarmalanıp bütün alıcılarını kapatacaktır. Kadın severse, sadakat onun göğsünde
saplı bir hançer gibidir.
Sevilmese de kalbinin sahibini muhafaza edecek, hiçbir rahata
değişmeyecektir. Erkeğinden gelen zulüm ona kutsal gelir. Erkeği cellât ise, o
kurban olmaya razıdır. Boynunu eğer ve damarlarını sunar… Zaten damarlarında
gezinip duran adamın kendisi, öldürse ne yazar?
Aşk ile gelen ölüm, mükâfat gibidir.

Savunmasızdır,
Çırılçıplaktır,
Aşk karşısında kadın…
Gölgeli aurası, bulutlanmış enerjisi, dalgın bakışları, beklentili
hareketleri hep aşkın elinden gelip ardına koymadığı, kadına ardı ardına
sıraladığı acılardandır.
Bu yüzden, bir memleket kurtulacaksa, biraz duyguları alınmış,
cinsiyetini ikinci plana atabilmiş, hafiften maddeleşmiş birileri –muhtemelen
de erkekler tarafından yapılacaktır. Ya da çok büyük aşk acısına bulanmış,
kafası çok da yerinde olmayan, ölümü göze almış, kaybedecek bir şeyi
kalmadığına inanan bir kadının elinden olabilir…
Aşk kadının adı gibi bildiği bir şey, onu bırakıp da uçsuz bucaksız
belirsizliklere kapılır mı? Aşk onu öldürse de, vazgeçemez. Cellâdına âşıktır
kadın.
Kadının elinin hamuruyla dalga geçmeyin. Ya yoğura yoğura adam eder bir
ecdadı, ya da taşlaştıramadığı kalbinin yerine koyup tüm hamurları hamuruna
katar. Bir gün bir de bakarsınız herkesi ve her şeyi toplamıştır bünyesine… Ama
asla onun gerçek bir parçası olamaz kimse… Kalbinde durumlar anlaşılacak gibi
değildir…
Kadın, sevdiği erkeğin bir gece koynuna girebilmek için canını verir be… Özgürlüğünü,
haklarını, eşitliğini, namusunu, kariyerini, kimliğini gözü görmez ki… Yeter ki
aşk olsun…
Ve işte tam da bu yüzden, bizi yine bir erkek kahraman kurtaracak gibi
görünüyor…
“Çıkın sokaklara ve özgürlüğünüzü almadan da sevdiğinizin koynuna girmeyin” diyen bir erkeğin de aşk acısıyla pişmiş, kendine gelmesine neden olan "hayatının darbesini" bir kadından yemiş olabileceğini hiç düşündün mü?
YanıtlaSil