Ateş neden düştüğü yeri yakar? Kara kara dumanların içinde nefessiz kalıp
boğulmak, harcımız mı oldu bizim? Kimileri bedeniyle kimileri de yüreğiyle
büyük bedeller ödeyecek ve böylece bir adamın keyfi olacak, öyle mi? Tanrı bile
böyle bir amaca niyetlenmemiştir… Vahşet diyelim, katliam diyelim, sınav
diyelim, cehennem diyelim; koyulan isimden bağımsız olarak freni boşalmış
tekerleklerimiz- aklı daha çok boşalmış şekilde - yokuştan uçuruma doğru
savruluyor…
Ateş en çok düştüğü yeri yakar. Bir ocağın sönüşüne, ahlanıp vahlanan,
arada kapıyı çalıp bir ihtiyaç olup olmadığını soran komşular kadar şahit
olunamaz. Hele gece olup da herkes kapısını kapattı mı, babasız kalan, kocasız
kalan, evlatsız kalan her kim olduysa, acı derlenip toparlanıp onun bağrında
toplanır. Bu acı hiç de “olağan” bir şey değildir.
Dışarıdan konuşması kolay olabilir. İnsan hayatının bu kadar değersiz
görülüşüyle ilgili ahret defterleri tutan melekler var. Hem de bu melekler, her
gün sömürülen dinimizin kitabında ismi geçenler… Hâl böyle olunca, kandırana
değil de tutarsızca ve affedersiniz aptalca inanana daha çok öfkeleniyoruz. Cehaletin
bu kadarı da fazla… Ve cehalet bir okul, kültür, görgü meselesi olmaktan çıkalı
çok oldu. Cehalet artık bir sağduyu, vicdan, niyet ve insanlık meselesi oldu. Bu
konularda Tanrı ayırım yapmadı yaratırken. Herkes seçiminin yükümlülüğünü
taşısın…
Mesela, karalanmış kaderine rağmen, sedyenin beyazını kirletmekten
çekinen işçinin hepimizin gözlerini yaşartan duyarlılığında eğitim düzeyinin
etkisi olabilir mi? Kaç kitap okuduğunun, kaç kültürel etkinliğe katıldığının,
diploma sayısı ya da derecesinin önemi kalmış mıdır şu noktada artık?
Başka sözüm yok sayın yargıç…
Benim sözüm daha çok diplomalı katillere…
Cinayetler oldukça boyut değiştirdi. Suç cezaya karışırken, hepimizin
gözleri kömür karası… Dilimizde bir cennet duası tutturmuşuz, tütünleri içli
içli tüttürmüşüz, yarınlarımızın maden ocaklarından çıkan karaltılarına ağlıyoruz
hep birlikte…
Aylardır göz pınarları kurumadı ki zaten…
Zorunlu bir vahşet perdesi aralandı; oyunu sonuna kadar izlemek mecbur. Konsantre
olup izleyemiyorum, ceza kesmesinler nolur, lakin aklım masum yere erkenden
toprağa karışmış kemiklere takıldı…
Kemiklerimiz sızlıyor diri diri…
Onlar şehit oldu, onlar feda oldu, onlar kurban oldu.
Birileri hacı oldu, birileri hoca oldu, birileri diktatör oldu.
Bütün bunların birbiriyle ne alakası olduğunu anlayamayanların beyin
hücrelerine ben indirgenemedim yalnız. Hani böyle kınayacak hiç kimseyi
bulamamışlar da, yas tutmamızın sorumlularını sorguladığımız için bizi
kınıyorlar. Evet anlayış, evet sevgi, evet sabır ama buraya kadar!
Onları anlamalı mıyız gerçekten? Bir ülkenin insanlarının güvenliği
kimden sorulur? Dinen insan ayırmak caiz midir? Bunları asgari öğretim kurumlarında
öğretiyorlar. Hatta yapıştığınız kuran kurslarında, mahallenin camisinde
mübarek Cuma günü vaaz verilir. İnsanlık dersini öğrenmek ya da anlamak
isteseydiniz, başarırdınız. Demek ki imkânlarla ilgisi yok…
Vicdan sahibine tanınmış imkânlar bile çok gelir.
Bir ses acı acı yankılanıveriyor kulaklarımızda;
“Beni bırakın ben bekârım,
arkadaşımın karısı hamile, onu bulup çıkarın!”
Bu kadar fedakâr bir adam gördünüz mü hiç?
Bu kadar sağduyulu bir cahil olabilir mi?
Sağduyu varsa cahillik nereye gitmiştir?
Egoların esiri olmuş koltuk sevdalılarına gitmiştir tabi ki…
Hiç mi için sızlamaz be adam? Ben hâlâ elle tutulur bir yanını arıyorum,
seni sevecek veya sevdirecek bir ışık var da biz mi görmüyoruz diye kendime
yabancılaştığım bile oluyor…
Senin de ailen var, karın, evlatların, torunların, kardeşlerin… Bir gün
birinin ahı tutar da canları yanar diye hiç mi korkmazsın?
Yoksa onları da sevmiyor musun?
Başka ne cevabı olabilir ki?
Kömür karası kaderlere sessiz kalışın, kol kanat germen gerekenlere
hunharca saldırışın, kimseyi sevmediğinden olabilir sadece…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder