13 Mayıs 2014 Salı

AŞK ORADA ÖLDÜ


“Avlanmak istiyorum” dedi erkek.
“Bağlanmak istiyorum” dedi kadın.

İşte tam da orada büyük anlaşmazlıklar çıktı. Önce kadınla erkek arasında, sonra da kadınla kendisi arasında… Erkek çabuk doydu, alıştı ve bıkıp usanmakta gecikmedi. Keşfetmenin çekiciliğini hiç bir şeyde bulamadı, kadının cilvesinde bile. Dokunabildiği noktada da vazgeçti zaten. Hep başka, hep daha yeni hedefleri olmalıydı. Hayat rengârenkti, neden bir tek renge boyayacaktı bütün duvarlarını?

Kadın aslında erkeğin istediği gibi rengârenkti. Bir tek kadının koynunda tüm diyarlara uçabilirdiniz. Kadın, yüzyılların aşağılanmışlığıyla hep kendini kabul ettirmeye, meziyetlerini ve sahip olduklarını gümüş tepsilerde sunmaya, yaranmaya mecbur hissetti kendini…

Kadının kendini keşfetmesine hiç izin verilmemişti. Kadınların bir kısmının kara listeye alınmasına göz yumulması pahasına bir kısmı beyaz incilerle etiketlendi, isimleri mühürlendi. Adına “namus”, adına “hayâ”, adına “ahlak”, adına “şeref” denildi.

Erkek özgürlük istiyordu.

Kadın da özgürlük istiyordu, bilmese de.

Aşk özgürlük istiyordu.

Seks özgürlük istiyordu.

Sanat özgürlük istiyordu.

Gelişim özgürlük istiyordu.

Birileri ortaya atıldı ve işleri karman çorman etti. Sorularla sorunlar da böylece türemiş oldu.

Kadın ne olursa olsun erkeğin gölgesinde kaybolmaya mahkûm mudur?

Kadın, yük taşıma makinesi midir?

Kadın, erkeğin spermleriyle ıslanmış, karalanmış ve hatta spermlerin içinde boğulmuş bir kurban mıdır?

Erkeğe kendini beğendirmek için kendinden vazgeçmeli midir?

Kadın da avlanmaya başladığında “kaşar” damgasıyla mühürlenmesi neyin ikiyüzlülüğü olabilir?

Kadın arzularsa “motor” erkek arzularsa “hiperaktif” veya “çapkın”.

Yok böyle bir ikiyüzlülük…

Aşk tutulmalarının neden uzun sürmediğini bilir misiniz?

Avlanmanın sona erdiği teslimiyet anlarında, kadın yüceldiğini hissederken erkek dibe vuruyor da ondan. Erkek sevdikçe küçüldüğünü sanıyor yazık ki…

Kadın dokunuldukça güzelleştiğine inanırken, aşk adamı onu izlesin, beğensin ve teninden ayırmasın diye ona yapışmaya kalkıyor.

Erkek, âşık bile olsa, seviştikçe, sevildikçe şımarıyor, uzaklara yelken açmaya başlıyor.

Aşk gündeme oturduğunda, erkeği bir korku kaplıyor, kadınına tasmayı geçirmek ve kendi tasmasını çözmek istiyor.

Kadın, bir yüzük, bir imza, bir bebek, bir de anahtar istiyor.

Erkek için her daim av mevsimi; heyecan, eğlence ve günü birlik dokunuşlar peşinde…

Aslında kadın için de böyledir bu. Kadın bilmez ne yazık ki…

Kadın yansıtır arzularını çocuğuna, mutfağına, işine, mesleğine, alışverişe falan tutulurken; erkek başka kadınlara… İkisi de hastalık gibi.

İki farklı tür, görüşmezdi bile belki, ateşli sevişmeler olmasaydı.

Eğer Tanrının hesabına göre, neslin devamı gibi bir amaç varsa, bir yerde yanılmış olmalı. Belki de Tanrı bir aşk hayal etti, iki piyon yarattı oynayıp dursunlar diye.

Bazen hayal kırıklığıyla bazen de zevkle izliyor. Sonunu kendi de bilmiyor…

Bizler başa gelenin çekildiği noktada tutku, şehvet gibi türevleriyle beraber aşk denen illetle şeytanın yardımı bile olmadan boğuşurken, o belki de yeni kodlamalar yapmakla meşgul.

“Merak, heyecan, farklılık, keşif yolu” diye diretti erkek.

“Güven, sadakat, yuva, tasma, pranga” diye tutturdu kadın.

Erkek gözünü hiç kırpmadı, kadın erkeğini bulduğu noktada gözlerine bandanayı sardı.

İşte aşk orada öldü.

Şöyle piç kurusu bir dünyada hiçbir şeyin garantisi yokken, neden aşkın sonsuzluğunu diretelim ki?


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder