Şu hayatta peşine düştüğüm iki şey var. Mutlu olmak ve mutlu etmek...
Böyle özet olarak söyleyince ne kadar basit görünüyor değil mi? Bir de
çoğumuzun ortak noktası gibi görünüyor bu kovalamaca... Peki, neden bu ikisini
yakalamaya çalışıp duruyoruz? Mutlulukla ilgili hedefler, kanatlı birer kuş mu
da uzanınca uçup gidiyor…
Mutlu olmak, bir sanat… Hem de ömür boyu öğrenilecek, öğrenildikçe daha
da çok üzerinde çalışmayı getirecek türden bir sanat. Herkes kendi
yöntemleriyle bunu yapabilmeyi istiyor. Dünya kadar kitap yazıldı ve yazılıyor
mutlulukla ilgili… Konferanslar, TV programları, bireysel seanslar,
work-shoplar düzenleniyor. Zaman geçtikçe yeni yöntemler ortaya çıkıyor. Kendimize
uygun olanlarını seçip deniyoruz.
Mutlu etmek ise benim kişisel seçimlerimden biri. Size ya da bir
başkasına uymayabilir. Temel kriterlerimi korumak şartıyla, insanları mutlu
etmeyi severim. Eğer karşımdaki bana zarar verecek bir şey (bilerek ya da
bilmeyerek, isteyerek ya da istemeyerek) yapmıyorsa, onu sevindirmek güzel bir
şeydir benim için. Güzel bir söz söylemek, bir konuda yardım etmek veya
hayatımdaki bir hoşluğu onunla paylaşıp onun da nasiplenmesine izin vermek
gibi…
Modern şehir hayatı içindeki en büyük rahatsızlıklarımdan biri,
insanların birbirine uzaklaşmış olması… Paylaşımların yüzeyselleştiğini
görüyorum. Dostluk, özel olmak, yakınlık, dürüstlük zor bulunan erdemler haline
geldi. Kadın-erkek ilişkilerinden iş ilişkilerine kadar her türlü birliktelik,
bir nevi çıkar ilişkisi olarak şekilleniyor.
“Sen ve ben” diye bir şey kalmadı. Birisiyle konuşurken, bir gözünün
iletişim araçlarından birinde olması muhtemel. Sorumluluk ve zorunlulukların
sembolü olan zaman, hepimizi sıkıştıran bir araç artık sadece…
Oysa ben yaptığım şey ne olursa olsun keyfine vararak yapmayı istiyorum.
Özenmeyi, üzerine titremeyi, bir sanat eseri gibi hayatımı işlemeyi seviyorum.
Pişmanlık, geçmiş ya da gelecek düşüncesi, yetişme telaşı ve bir sürü zorluk
aklımı fikrimi kemirmesin istiyorum.
Bir arkadaşımız devamlı “hadi şimdi
ne yapıyoruz” diye diye bizi oradan oraya sürüklerdi. İçten içten kızardım
ona. Peşinden atlı mı kovalıyor diye… Neden bir güne her şeyi sıkıştırmak
zorundaydık? Zaman boşa geçmesin diye galiba… Oysa zaman, tadına varılmadıkça
boşa geçmiş demektir…
Şimdi yeni bir kavramla tanışıyorum. Adı “zen”. Zen enerjisi, zen
kültürü, zen felsefesi gibi isimlerle anılıyor ama pek yaygın ve bilinen bir
kavram değil henüz. Uzak doğu felsefeleriyle doğu kültürünü harmanlayan bir
yanı var.
Bu felsefeye göre günümüz insanı “düşünmek hastalığı” na yakalanmış… Düşünsek
bile düşündüklerimizin içinden çıkmıyoruz genellikle… Düşündükçe batıyoruz. Ama
bu noktadaki bir ikileme dikkat çekmek istiyorum. Düşünmesek, ot gibi yaşasak,
her şeyi kendi haline bıraksak, bu düzen içerisinde bir yerimiz olamaz ki… Yok
olur gideriz…
Düzenimizi topyekun değiştirebilirsek ancak, bu hastalıktan kurtulmayı da
isteyebiliriz… Ama bu halde mümkün değil..
Zen ile ilgili bir kursa ya da çalışmaya katılır mıyım bilmiyorum. Türlü
türlü enerji çalışmaları piyasada var. Zen de modern bireyin iç dünyasını
iyileştirme yolunda kullanılan yöntemlerden biri. Sevgi ve şefkat duymayı yeni
bir bakışla inceliyor. Şimdiyi yaşamayı, olumlu ya da olumsuz ayırt etmeden tüm
duygularımızın farkına varmayı öğrenmeye dayanıyor. Sessizlik, tenhalık ve
huzur odaklı mekânlarda kişinin iç dünyası ile ilgili farkındalıklar yaratmayı
hedefliyor.
Neden mi? Nereden mi çıktı bu zen?
Çünkü kalabalıklarda kendimizi unuttuk…
Çünkü yoğunluklarda sevdiklerimize yabancılaştık…
Çünkü para, iş, mal-mülk, çıkarlar her şeyin önüne geçti…
Çünkü herkes sahip olduğu maddi varlıklar kadar itibar görüyor…
Paran kadar konuşuyorsun…
Mevkiin kadar hakka sahip oluyorsun…
Kimi tanıdığın kadar bir geleceğin oluyor…
Tercih ettiğin marka kadar popülariteye erişebiliyorsun…
Yaptığın yalakalık kadar adım atabiliyorsun…
Yattığın kişi sayısı kadar çekici bulunuyorsun…
Aldığın hediyenin değeri kadar değer görebiliyorsun…
Kendi reklâmını yaptığın kadar bir kimse olabiliyorsun…
Her şey para ile, her şey sayı ile, her şey maddiyat ile…
İnsan ilişkilerine, güzel sözlere, özveriye, ince düşüncelere, erdemlere
ne oldu? Hepsini Allah rahmet eylesin…
Geçenlerde bir anne kız alışverişteydiler. 15–16 yaşlarındaki kız
annesine resmen çemkiriyordu: “Anne!”
diye bağırıyordu. “Daha kahvaltıda ne
yemeyi sevdiğimi bile bilmiyorsun!”
Biz ne hale geldik böyle? Peki niye?
Zen öğretisi bir çözüm olabilir mi, iletişim eksikliklerimiz ya da insani
kusurlarımız için?
Bilmiyorum. Ama yeni bir fikir, yeni bir kapı, yeni bir ümit belki…
Ben mutlu olma ve mutlu etme amaçlarımı gerçekleştirme yolunda zeni
kullanmayı deneyebilirim gibi geliyor. Ya siz?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder