“ Bu saatler olunca bir sıcak
çöküyor evladım…”
Yetmişlerinde belki de seksenlerine merdiven dayamış tonton yanaklı bir
amca, dertleşecek birilerini bulmuştu yine. Onun gençliğinde ilişkiler daha bir
yakın, samimi ve gerçek olurdu. Şimdiki ilişkiler günübirlik, kısa ve çabuk
tüketilen, emek verilmemiş cinstendi. Kış ayazında ısıtılmamış, rutubetli
odalara benziyordu.
Seyrekleşmiş beyaz saçlarını elindeki kumaş mendille kurularken,
şapkasını dizlerinin üstüne bırakmıştı. Havanın onu iyice bunalttığı her halinden
belliydi. Görmüş geçirmişliğine hürmetle, tecrübelerine merakla, kibarlığına
hayranlıkla bakıyor, konuşsa da konuşmasa da onu dinliyorduk.
“Sıcak, çok sıcak. Evde de
duramıyorum ki… Çıkacak bir bahçemiz bile kalmadı.”
“Nerede oturuyorsunuz amca?”
Yakınlardaki bir sokakta bilindik bir apartman tarif etti. Buraların
eskilerinden olmalıydı. Neden bahçeye çıkamadığını sormak istediğim
halde, saygı ve sabırla onun söylediklerini dinledim. Arzu ederse anlatırdı
zaten.
Tesadüfen karşılaşıp bir şekilde lafa tutuşmuş, fikren anlaştıkça birbirinden ayrılıp kendi yoluna devam etmesi zorlaşan, konuştukça açılan müdavimleriydik mahallenin. Orta
yaşlarda bir hanım, bir çiçekçi, ben ve yaşlı amca.
Akşamüstü olmuş, trafik yoğunlaşmış, eve yetişme telaşı başlamıştı
şehirde. Korna sesleri yoğunlaşırken hızlıca yürüyen insanlar; evleri paklamış yorgun temizlikçi
kadınlar, okuldan çıkmış çocuklar, takım elbiseli ofis çalışanları yanımızdan
gelip geçiyordu. Yaşlı amca sessizliği bozdu yeniden.
“Çok gürültü oluyor evladım. Evden
başımı uzattığıma değmiyor. Hemen geri kaçıp içeriye giriyorum. Giriş katta
oturuyorum ben.”
Bacaklarının etrafında dolaşan gri kediyi okşarken duraksadı. Biraz
nefeslenmeye ihtiyaç duymuş gibiydi. Kedi ona gittikçe daha çok sokuluyordu.
Adamcağız kucağına almak ister gibi bir hareket yapsa da sonra vazgeçti.
“Bazen dayanamıyorum, hava almak
için bahçeye çıkayım diyorum. Başımı bir kaldırıyorum, uzun uzun binalar… İçimi
fenalık basıyor.”
Sarkan dudaklarımız, sessizliğimiz ve aşağı yukarı salladığımız
başlarımızla onu onayladık. Herkesi bir sıkıntı kapladı. Hava zaten sıcaktı ama
insanın geleceğine dair umutlarını azaltan şeyleri duymak, sıcaktan daha çok sıkıntı
veriyordu. Adam bizlerden çok daha eski halini biliyor olmalıydı
buraların. Kim bilir onun gördüklerinden ne kadar çok şey eksilmişti şimdi. Tanıdıkları
sevdikleri, ağaçlar ve bahçeler, dostluklar, huzur, temiz hava, sokakların
sakinliği… Ancak binalar çoğalmıştı. Betondan yığın yığın koca sevimsiz
yapılar…
Tam o sırada gözlüklü, siyah saçlı, sade giyimli bir hanımın telaşla
karışık bir şükür haliyle bize doğru yaklaştığını gördük. Yaşlı adam da onu görünce toparlanmaya başladı. Şapkasını giydi, mendilini cebine yerleştirdi. Oturduğu
banktan kalkmak üzere bir hamle yapmaya çalışırken sendeleyip geri oturdu.
“Ah babacığım, her yerde sizi
arıyorum. Bir haber de bırakmamışsınız kimseye!”
Bizlerden çekinerek sinirlendiğini gizlemeye çalışıyordu kadın. Merakını
dindirmenin rahatlığıyla biraz sakinlemiş görünse de apar topar yaşlı amcanın
koluna girerek onu ayağa kaldırdı. Bizlere şöyle bir baktı ama konuşmadı. Adam
ona itaatle karşılık verirken bizlerle vedalaştı.
Biz de tanışmaktan çok memnun olduğumuz bu eski toprağa hürmetlerimizi
bildirdik. Yanımızdan ağır ağır adımlarla uzaklaşırlarken, kızına yaptığı
açıklama bulunduğumuz yerden duyuluyordu.
“Ne yapayım çok sıcak, biraz hava
almak istedim.”
Daha sonradan öğrendiğimize göre bu amca alzheimer hastasıymış. Evden
kendini dışarı atıp atıp kafasını yukarılara kaldırır, yükselen binalara
bakarak, “bunlar nereden çıktı, bunlar
nereden çıktı” diye bağırırmış. Yukarı bakmaktan başı döner, ellerinin
arasına başını alıp yere çökermiş, bakıcısı, kızı veya komşulardan biri, onu
sakinleştirmeye çalışarak evine girmesine yardım ederlermiş.
Ömrünün son demlerinde, onu oldukça sarsan böyle günlerde bir de çok
sık sorduğu bir soru varmış.
“Gökyüzü nerede?”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder