Vakit gece yarısını geçmiş, şehrin ve duyguların, gökyüzüyle karanlığın
derinleştiği saatler gelip çatmıştı. Arayıp bulduğu anda ellerinden kayan huzur
yine ona bir oyun oynuyordu. İçi daralıyor, gözlerinden damlalar süzülüyor,
aklı uzun uzun düşüncelere dalıyor da yine bir yere varamıyordu. Neden ama
neden hep böyle oluyordu?
Hayatın hiçbir zaman net, güvenilir, düz çizgilerle çizilmiş bir yol
olmadığını, en fazla güvendiklerine el uzatıp da eli havada kaldığında
anlıyordu insan. Düşünmekten, ağlamaktan, çaresizlikten başı ağrımaya
başlamışken dışarı atmıştı kendini. Bir kaldırım köşesine çöküvermiş, arabasına
yakın bir yere oturmuştu özellikle. Birinden teselli bulmaya çalışsa da kimse
yoktu. İnsanların çoğu tatildeydi. Burada olanları aramak içinse saat çok
geçti. Zaten herkese de her şey anlatılmıyordu.
İnsanın arabası bazen en yakın dostu, sırdaşı, yoldaşı olabiliyordu. Kendine
acıyarak orada öylece oturuyordu işte. Havayı uzun uzun içine çekse de
rahatlayamıyor, ardı arkası gelmeyen hıçkırıklarını dindiremiyordu. Elindeki
anahtar kayıp yere düşünce silkinip kendine gelmeye çalıştı ama olmadı. Anahtar
yerde öylece kaldı. Metalik yerleri karanlık sokakta cılızca ışıldıyordu.
Gözleri ona daldı gitti. Kendi ışıltısı da anahtar gibi sönük ve sahipsizdi o
anda. Mendil kutusunu yanına almıştı ama yetecek miydi bilemedi. Vücudu sanki
gözyaşı üreten bir makineye dönüşmüştü. Duyguları onu ele geçiriyor, aklı
içinde bulunduğu durumu hiçbir türlü çözemiyor ve beynine devamlı gözyaşı
üretme emri veriyordu sanki.
Böyle zamanlarda, dünyanın sonu gelmiş gibi hissederdi. Sahip olduğu
eşyalar, bulunduğu konum, gelecek hayalleri, herkesin imrendiği karizması ve
inceliğine karışan güzelliği hiçbir önem taşımaz olurdu. Ruhu, bir türlü
hükmedemediği bir yerlerde kaybolurdu. Eli ayağı boşalır, gitmek istese gidecek
gücü bulamaz, kalmaya çalışsa bulunduğu yere sığamayacak kadar gönlü daralır,
ikisi arasında sıkışıp kalırdı. Bir nevi cehennem gibi yaşardı o saatleri.
Anlaşılamamak vardı ya… İşte hiçbir yalnızlık onun gibi olmuyordu. Bu
kadar acımasız bir ceza yoktu. Ağzını açıp konuşmaya çalıştıkça küçülmek, karşı
tarafın gözlerinde bir sıcaklık görememek, yüzüne kusulurcasına böğürülen o
hakaretler ve suçlamalar kendisine yakıştıramadığı ve bir türlü anlayamadığı o
lafları duymak…
İnsan o anda yerin dibine girmek, ölüp toprağa karışmak ya da bir anda
yok olmak istiyordu. Başa çıkamıyorsan yok olmalıydın.
Önce belli belirsiz yapay bir öksürük sesi duydu. Hani “rahatsız ediyorum ama farkımda ol”
gibisinden. Öhöm öhöm... Başındaki uğuldamadan dolayı tam olarak emin olamadı.
Duymuş muydu yoksa duymamış mıydı. Sonra ağaçların arasından bir adam ona çok
da yaklaşmamaya gayret ederek usulca seslendi,
“İyi misiniz?”

“Evet, sağolun…”
Kendi bile inanmadı söylediğine. İyi olmadığı aşikârdı. Yine de birisinin
sorması anlık da olsa iyi geliyordu insana. Adam üstelemeden sessizce
uzaklaştı. Belki oralarda oturuyordu belki de oradan geçiyordu. Çok sesli
ağlamış olmalıyım diye geçirdi aklından. Ama aklının yarısı uyuşmuştu
hissettiği acıdan. Islanıp topaklaşmış mendilini bir elinde yuvarlayıp paketten
yenisini çıkardı. Burnunu bir sümkürse anında doluyordu mendil. Bir kutu
yetecek miydi acaba? Bu gece bitecek miydi?
Gökyüzüne kaldırdı başını, bir çare, bir kapı, bir çıkış yolu
gözlercesine. İyice şişmiş gözlerini kapadı. Neden böyle oluyordu neden?
Bacaklarının arasına soktu başını bu sefer sinerek. İhtiyaç hissettiği gibi dayanacak
bir omuz veya sarılabileceği bir yastık yoktu. Yakınına oturduğu arabasına
yavaşça sokuldu ve lastiğine sarılıverdi. Tozlu kaportasını okşadı ağlayarak. Birkaç
gün önce fırtınada kırılmış olan camına baktı üzülerek.
“Sen de benim gibi kırıksın,
biliyorum” dedi.
Bunu da atlatacağız diye birbirlerine güç verirken sarılıp ağlaşan
dostlar gibiydiler o anda. Birkaç dakika öylece kaldılar. Gecenin ruhunda mı
vardı yoksa kendi ruhunda mı o yalnızlık? Her şeyi bırakıp kaçmak istediği
zamanlarda ayağına dolaşmış zincirler vardı hep. Korkuları, cesaretsizliği,
inançsızlığı, belki de fazlaca tutunduğu sorumlulukları. Küçük bir yaşamın
içinde kendini özgür sanırdı hep. Ama insan öyle bir varlıktı ki,
karşısındakinin birkaç sözüne hapsedip kendini mahkûma çevirebiliyordu.
O kadar umursamaması, üstünde durmaması gerekiyordu belki ama yapamıyordu
işte. Üzüldüğüne değmiyordu ama hassas gelmişti hassas gidecekti bu dünyadan.
Gözlerini kurulayıp dolmuş burnunu çekti birkaç sefer. Hiç de istemeyerek
zorlukla ayağa kalktı. İnsanın gitmeye gönlü olmayınca bütün kanı çekiliyor,
gücü kudreti yok oluyordu. İçi boşalıp bir torbaya dönüyordu sanki. Küçülmüş
sulu gözleriyle etrafa bakındı. Ses yoktu, insan da yoktu. Çare de yoktu. Basıp
gidemeyeceğine göre tıpış tıpış eve dönüp yatağına girecekti. Bu gece de böyle
geçecekti.
Bir şeyler kırılmıştı o gün kalbinde. Doğan güneşle birlikte sızısı
azalacak, sonra günlük işlere karışılıp gidilecek, üzüntülerin üzeri
örtülecekti. Benzer gecelerin yine yaşanacağından adı gibi emindi. Bu yüzden
çözmek istiyordu işte, sorun her neyse. Ama olmuyordu. Ya beceriksizliğinden ya
da nasıl olacağını bilemediğinden... Hayat da böyle böyle bir iyi bir kötü,
bazen tepede bazen yerin dibinde, kâh gülerek kâh ağlayarak geçip gidecekti
işte.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder