Harıl harıl Osmanlı kahvesini arıyordu mutfakta. “Bulamazsam zaten hak etmemiştir” diye geçirdi aklından. Ne
zamandır kullanamadığı cezveyi çıkarıp tezgâhın üstüne koydu ve kahveyi aramaya
devam etti. En üstteki rafları kurcaladı, yok. Baharatlığa baktı, yok. Diğer kahvelerin
olduğu yerde de bütün kavanozları tek tek gözden geçirdi.
Tam vazgeçmek üzereyken son anda kafasını yukarı kaldırınca gördü beyazlı
kırmızılı kilitli paketi. Uzanıp düşünmeden eline aldı. Açmadan önce bir an
duraksadı. “Ne yapıyorum ben” diye sinirli
sinirli söylendi kendi kendine. “Hak
ediyor mu ki!”. İçinden de ona kahve pişirmek gelmiyordu zaten. Vazgeçti.
Cezveyi ve kahveyi sanki biri onu görecekmiş gibi aceleyle yerlerine
kaldırdı. “İşine bak sen işine”. Yine
kendi kendine söyleniyordu. Vakit öğleden sonraydı. Kalbi kırıktı, kafası ise karmakarışık.
Her kadın gibi biraz...
“Hâlâ daha iyi niyetle yaklaşıyorum”
diye kızdı kendine. Hâlâ da yaranamıyordu kimselere. Akşam kocası geçimsiz
demişti ona. Psikiyatriste gitmesi lazımmış. Yok artık daha neler... Kim onu
doktora yollamayı gerekli görüyorsa kendisi gitsindi! İçinde bir kabarıp bir
durulan öfke nöbetleri oluşmuştu artık. Fiziği de ruhu da yıpranmıştı. En basit
tartışmaları bile kaldıramıyordu. Dünyanın sonu gelmiş gibi hissettiği için
olayları büyüttükçe büyütüyordu. Aslında büyütmeye çalıştığı tabi ki kavgalar
ya da huzursuzluklar değildi. Hâkimiyetini kabul ettirmekti. Her insan gibi
biraz… Hayatına, evine, işine, adamına hâkim olmak istiyordu işte o kadar.
Herkes gibi. Herkes kadar…
Kimse onu anlamıyordu ki. Bazen kendi bile… Kendi çayını demledi bin bir
otu karıştırarak. “Kahveyi unut, bir daha
iyilik yok!” Yine asabı bozulmuştu. Düşündükçe daha da zorlaşıyordu her
şey. Hiç düşünmemeliydi. Hatta aptallık derecesinde saflığa yatsa daha iyi
olurdu belki. “Osmanlı kahvesiymiş, peh!
Osmanlı kahvesi senin neyine be kadın.” Bir de pişirip ayağına götürecekti.
Neymiş buzlar eriyecekmiş. Bırak buz kalsın ne olacak!
“En çok iyiliği kendine yapsana
aptal!”
Bir fayda varsa kendinden vardı insana. Bunu öğrenmek için daha çok fırın
ekmek yemesi gerekecekti. Daha yeni ameliyatlıyken, dikişlerinin acısından
oturup kalkmakta bile güçlük çekiyorken gözünün önünde kahve içmeye
kalkmışlardı. Aklına gelince iyice sinirlendi. Ne düşüncesiz insanlardı. Kahve
kokusuna hiç dayanamazdı ama o günlerde doktor yasakladığı için içemiyordu. Ama
onlar bunu düşünmezdi. Onlar sadece kendini düşünürdü. Belki kendisi de bir
tek, en azından en çok kendini düşünmeyi öğrenmeliydi. Bu hayatta başkalarını
düşünerek yaşayanlar değil benciller kazanıyordu. Bir de kahveyi yapıp ayağına
götürecekti. İyice kızmaya başlamıştı kendine. Artık akıllanmanın zamanı gelmiş
de geçiyordu bile.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder