24 Kasım 2014 Pazartesi

KARANLIKTA IŞIK OLMAK

Tek bir güne indirgenmiş özel günler, anlam ve önemini yitirmiştir bana göre… Alışılagelmiş, âdet edinilmiş, bir şeyler beklenir olmuş, kutluyoruz işte… Her gün, her an, “iyi ki” diyerek, belki küçük bir hediyeyle süsleyerek her hangi bir özel günü, herhangi bir sevgiyi - bir sürpriz tadında - kutlayabilmeliyiz bence… Çat kapı, emrivakiyle, şaşırtarak, hiç beklenmedik şekil ve zamanlarda gösterebilmeliyiz hislerimizi… Yoksa böyle, “… Günü” denince herkeste bir beklenti, zoraki kutlamalar olabiliyor sanki… Sonra darılmalar, kırılmalar geliyor… Her gün, özeldir, bence… Ama yine de güzel; hatırlanmanın, kutlanmanın, tebrik edilmenin her türlüsü güzeldir…
Öğretmenliğimin ilk yıllarıma gidiverdi bugün aklım. O zamanlar teknoloji bu kadar ilerlememişti; akıllı telefonlar, profesyonel fotoğraf makineleri yoktu her an elimizin altında… Hatta her yerde bilgisayar bile yoktu… Anılarımızın ne kadar azını yakalayabilmişiz öğrencilerimle… Teknolojinin dozunda ve ayarında kullanıldığında, ne kadar çok güzel şeyleri biriktirebilmemizi sağladığını şimdi anlıyorum.
Yaşanmışlıkların çoğunun fotoğrafı olmasa bile, kalbimdeki hisleri tanımlayabiliyorum. Hisler bazen görüntülerden daha damgalıdır… Sabahın köründe evinden kopup gelivermiş mini mini çocuklarımın kucağıma atılışını, sığınırcasına ve deli gibi bir coşkuyla sarılan küçük gövdelerini, parmağımı tutmadan uykuya dalamayan masum ellerini nasıl unutabilirim ki?
Gözleriyle ağızları soru sormaktan bıkmaz çocukların… Şimdi bir sınıfın ya da bir okulun içinde olduğumdan daha geniş çapta bir öğretmenliğe soyunuyorum. Ben hâlâ çocukların mutluluğu için çalışıp çabalıyor, anlaşılmaz biçimde çırpınıyorum. Büyükleri, gerçek örneklerle ikna etmek için, en özel duygu ve yaşantılarımı açma fedakârlığını göstermesem, amacıma ulaşabilir miyim? Hiç sanmıyorum…
Yitip gitmiş çocuklukları, gözler önüne serip duygu sömürüsüne yatırmadan hiçbir iş halledilemiyor ki… “Çocuktur, geçer” diyorlar, geçmiyor…
Yazıp duruyorum. Bazen uykusuz, bazen yemeksiz, bazen duygusal açlıkla - çoğu zaman trans halinde - söyleyemediklerimi yazıyorum. Ben öğretmenliğin en zorunu yapıyorum…
İlk öğretmenlik yılımdan bir fotoğraf buluverdim bugün. Çocukların hepsi yok bile içinde… Karne dağıttığım bir anda çekilmiş… Onu sosyal medyaya açıverdim. Ama unutulmuş kadrolu öğretmenliğimi hatırlatmak, “Bakıııın, ben de öğretmenim, beni de kutlayın” demek için değil… Bugün yaşananlara katılıp hissedilenleri paylaşabilmek için… Anılara ve geleceğe dair planlarıma saygısızlık etmemek için… Çocukların tenine dokunmadan da onların adına çalıştığımı göstermek için…
Atamı en çok andığım gün oldu bugün… Bir ulusa öğretmenlik etmek ( hem de her konuda) ne büyük iş, ne zor görev! Ne çok sabretmiş, umut ve güç vermiş insanlarına… Akılların almayacağı derecede değer vermiş… O’nun yolunda, O’nun ışığında, bütün ışık kesicilere rağmen, içimizden yayılan bir hare ile yürümenin gurunu yaşıyorum. Diğer yandan emeklerine yapılan nankörlüğü yok edemeyişimizdeki beceriksizlik ve/veya talihsizlik, adına ne dersek diyelim, en büyük utanç kaynağımdır.
Amerika’da bir eğitim sunumu sırasında,
“Sizin ülkenizde kızlar okula gönderiliyor mu ki?” diyen bir dernek başkanına, yaşadığım şok ve üzüntüyü gizlemek için içerden balon gibi şiştikçe şişerek ama göğsümü gere gere,
“Bakın, ben bir Türk kızıyım ve bu sunuma Ankara Üniversitesi’nden geliyorum.” demek suretiyle kendimi örnek gösterişimi kime borçluyum? Ve o kadına bu soruyu sorduran bilginin çıkışı kimlerden kaynaklanıyor?
Kıymetli Türk kadını Türkan Saylan’ın dediği gibi,  
“HER EĞİTİMLİ TÜRK KADINININ BU CUMHURİYETE BORCU VAR…”
Unutulmasına asla müsaade edemeyeceğimiz değerlerimiz var!
Geç olsun kutlamalar ama güç olmasın…
İçi dolu olsun, göstermelik olmasın kutlamalar… Hakları ayaklar altında kalmış öğretmenlere çiçek uzatılır mı?
Çok çalışmalıyız, pek çok işimiz var, belki ömrümüzün yetmeyeceği kadar…
Bugün hayatınızda tüm katkısı olan kişilere teşekkür etme zamanıdır. Her kim size bir şey öğretmişse öğretmeniniz sayılır. Yaşı küçük, mevkisi düşük, diploması yok belki… Ama öğretmek için bunlara her zaman gerek var mıdır gerçekten?
Bugün, diplomalı ya da diplomasız, hayatta olan ve olmayan, tanıdığım ya da tanımadığım tüm öğretmenlere sevgilerimi yolluyorum… Hakkınızı helal edin öğretmenlerim.
Aydın bir Türk kadını, bir öğretmen, bir eğitimci, bir yazar, bir anne adayı olarak, bu yazıyı okuyanlardan bir isteğim var. Bunun gerçekleşmesi benim için en güzel Öğretmenler Günü hediyesi olacak…
Okumuş cahillerle boğuştuğumuz, kimi zaman hayvanların davranışlarını ve hassasiyetini insanlarınkine tercih ettiğimiz, her anlamda yüzeysel yaşayıp gittiğimiz şu karanlık dönemde; eğitimin, sevginin, değerlerin, hayatın ve miras olarak bırakacaklarımızın bir “selfie”den çok daha derin olduğunu öğretelim insanlara…
Sanal beğeni devrinin yarattığı eksiklikleri herkesin esas yalnızlığında izliyorum (kendim de dâhil).
Mesela öyle mutlu olalım ki selfie çekmeyi unutalım bir gün…
Çocuklara öyle eğlenceli şeyler gösterelim ki teknoloji tuzaklarına kısılıp kalmasınlar… Okumaktan anladığımız gösteriş entelektüelliği olmasın. Hayata geçirdiğimiz hiçbir cümleyi öğrendik saymayalım.
Altındaki tek bir cümleyi dahi okumadan geçip “beğen” düğmesine basılan milyonlarca resim var. Onlar bir bütün, lütfen anlayalım… Lütfen et ile kemiği ayırmayalım birbirinden.
Az ve öz de olsa okuyalım ve mümkün olduğunca dinleyelim birbirimizi…
Doğa ana bizden yardım bekliyor… Onu duyalım mesela… Koşalım imdadına… Gerekirse gövdemizi dayayalım, ağaç gövdelerine tıpkı o genç bedenler gibi… Gençlerin hamurunda bu duyarlılık var, büyükler kendi eksiklerini kapatmak için göstermelik fedakârlıklarla, onların içindeki duygu ve inancı öldürmesin…
OKU emri kutsaldır. Çağımızın gereklerini de ekleyip onu zenginleştirelim. OKU, DÜŞÜN, ANLA, DİNLE, İRDELE, SEV, SAY, HİSSET, YAŞA…
Bu hediyeye kavuşmamın uzun süreceğini biliyorum. Öğretmenlik sabır demek değil mi zaten?
Karanlıkta ışık olmak, büyük bir işlev ve hiç de kolay olmayan bir görev…
Öğretmenlerin aydınlığına saygıyla…


1 yorum: