Ateş düştüğü yeri yakar… Bir gün hayatınızdan çıkıp gidivermiş birinin ya
da bir şeyin yerine koyacak şey bulamadığınızda, bunu anlarsınız. Her kafadan
ayrı ses çıkar, hiç birinin içinizdeki duyguyla ilgisi yoktur. Herkes ancak
kendi penceresinden bakacak şekilde programlanmış, herkes kendi yorumunu
acınızın üzerine katmış; bir şeyler olup bitmekte ve ne olduğunu kavrayamayan
beyniniz tek bir şeyi düşünebilmektedir; Şimdi ne olacak?
Hayat nasıl devam edecek?
Kopup giden parçalarınızın kanlı izlerine ne basıp da onu
dindirebileceğinizin derdindeyken, çok uzun zaman alacağını bilirsiniz aslında.
Zamanı ileri sarmak, yaranın kabuk bağlamış haline ulaşıvermek, güneşi yeniden
heyecanla doğdurabileceğiniz günleri bir an evvel görmek istersiniz. Ama hiç
bir şey eskisi gibi olmayacaktır.
Anlayamazlar, çünkü kimse kolay kolay kendini başkasının yerine koyamaz.
Her acı, sahibine aittir bu nedenle…
İsteklerini, kırgınlıklarını, alelade fikirlerini fütursuzca
sıralayıverirler. Anlam vermeden o yüzleri, ağızları bir bir dolaşır boştaki
gözleriniz. Artık her şey öyle boştur ki, kırılacak -darılacak haliniz bile
kalmamıştır.
O kadının sözlerini hiç unutamıyorum mesela… Biz büyüğümüzü yeni toprağa
vermişiz, “komşu” veya “aile dostu” olduğunu iddia eden o kadın, “herkese yaptık biz bu görevleri, burada
oturan herkese yaptık” deyivermişti. Sert, acımasız, sıradanlaştırdığı
kelimeleri yüzüme yüzüme böğürüvermişti. Öylece baktım, kızamadım bile... İnsan
birini kaybedince öyle hassaslaşıyor ki, o sivri dilli kadına bile sarılıvermek
istiyor. Onun yüzünde bile sevdiğinin anılarını, belki bir parçasını görüyor. O
patavatsız ise kim bilir neyin hesabının peşinde…
Acınıza alıştıkça bunu idrak edebiliyor, o insanı tanıyorsunuz.
Uzaklaşmaktan başka çare kalmıyor… Başkalarına çemkirmekle meşgul öyle çok
insan var ki böyle…
İnsan, birini kaybettiğinde, kabuğuna kabuğuna dönüp sımsıkı sarılmak
istiyor, dışarıya kapanıp içine dönmek, kendine sıkı sıkı sarılıp tırnaklarını
etlerine geçirdiği noktada ise kayboluvermek arzusunda oluyor… Hani yerin
dibine girmek gibi, kendi dibinde yok oluvermek istiyor…
Çünkü biliyor ki herkes kendince bir şeyler mırıldanacak, ama giden
gelmeyecek ve her şey yeniden şekillenecek…
Bazı gidişler terbiye ediyor insanları, bazıları da yolundan şaşırtıyor.
Kalanların kıymetine inanmakla iyileşiveriyor olsaydı keşke her şey…
Kimseye anlatamadıklarım vardı. Eski hesaplar yeniden açılmıştı.
Muammalar her yerimizdeydi. Neden onca yıl boşa geçmişti? Neden herkes
birbirini yemişti? Paylaşılamayan şey neydi? Bir avuç toprak mı? En nihayetinde
bir avuç toprak olacağız işte…
Kim bilebilirdi ki atlatmaya mecbur olduğum hezeyanları, derilerimde
yaralar açılacak kadar içime attığımı ve hepimizin dirliği için susmak zorunda
olduğumu…
Yılar boyu korktuklarımın çoğu gerçek olmadı. Ama sonuçta korkmaktan
kurtarmıyordu bu beni… Ölüm, sırları da beraberinde götürür ve yeni sırları da
beraberinde getirir. Kim bilebilir ki?
İnsan acı çekerken, umut dolu hissedemiyor.
İnsan acı çekerken mantık, matematik, dirlik düzen nedir unutuyor.
Ateş düştüğü yeri yakıp kavuruyor…
Kim bilebilir ki hangi ölümün kimin için neyi ifade ettiğini?
Kim bilebilir ki, onunla birlikte kafamın dibine, kalbimin derinine ve
meçhule gömdüğüm sırlarımı…
Ölüm izni üç gün, etkisi bir ömür boyu…
Kimse bugünlerde kötü haber duymak, görmek istemiyor. Ama kendi canı
yandığında avaz avaz bağırmak zorunda kalıyor…
Nafile dünya, tek bir gerçeği varsa, ateşin kendi düştüğü yeri yakıyor
olması. Öyle uzaklardan üflemekle olmuyor…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder