19 Şubat 2014 Çarşamba

RUTUBET

İnsanı, çocukluğunun derin yaralarına doğru bir yolculuğa çıkmaya iten sanatsal dokunuşlar vardır. Geçmişin yerle bir olmuşluğuyla, iç dünyaların dipsiz kuyularıyla, ruh doktorları bu kadar ilgilenmez de sanatçılar ilgilenir. Sanatçı, toplumun aynasında çıplak kalmaya yemin etmiştir bir kere… İnsanı, insanlığı, gayet insanca olan acıyı, bir yolunu bulup yansıtacaktır. Can havliyle, kurşuna tutularak, yüzüne tükürülerek, ezilerek ama YÜREKLİCE…

Çocukluğumun derin yaralarına doğru gittim ben de, bir ÖYKÜ SAHNESİ’nde… Derin ve karanlık koridorlardan titreyerek geçtim; naz niyaz edemeden horlandığım, susturulduğum ve cayır cayır yandığım kayıp yıllarıma uzandım. Kalbimin en RUTUBETli köşelerine kadar sürdü yolculuklar, köşe bucak kurcalamalar… Hepimizin bir şekilde yaralı, acılı ve yamalı oluşunu kaç kişi önemseyip de dile getirebiliyor?
Esas sorumlular susarken, savunma mekanizmalarına sarılırken, suç ve günahlarını reddederken; birkaç YÜREKLİ ADAM çıkıyor; gördüklerine duyarsız ve kayıtsız kalamıyor; yazıp yönetiyor, oynatıp izletiyor…
Çağımızın hastalıkları, süslü püslü sahte afişlerle perdelenmiştir. İzbe karanlıklarda saklanan yürek dağlanmalarını, sansürlenmiş gerçekleri, susturulmuş çığlıkları, saklanmış gölgeleri aydınlığa kavuşturmak için, birileri işte böyle, sahnesinin perdesini gönülden kaldırıyor…
Çağımızın yalnızlıkları, geçmiş yılların örselenmiş hayallerine, karalanmış masumiyetlere, üzerine beton dökülmüş pisliklere sebep olan yetişkinlere dayanıyor. Oysa elinden tutulması gerekenler, tertemiz çocuklardı… Onlar gözü kapalı harcandı ve harcanmaya devam ediyor. Daha çok da bilgili, donanımlı, diplomalı kişiler tarafından… Etten kemikten bağlı olduklarımızca en çok acıtıldığımız gibi… Sözde iyiliğini ister insan sevdiklerinin. En büyük dert, el âleme karşı ne gösterimde olunacağıdır bizim toplumda…
Sanki bir VİP salonunda kişiye özel olarak sunulan, öyle samimi ve nefes kadar yakın, gerçek hayatın ta kendisidir RUTUBET… Sayılara, ölçülere, hesaplara dayanmayan bir birleşimin söz konusu olduğunu daha ilk dakikalardan hissedersiniz. O sandalyeye bir kere oturdunuz mu, artık izleyen değil, yaşayan olursunuz. Eleştiren değil paylaşan; unutan değil gözyaşını birleştiren; bağlantıya geçmeye uğraşan değil empatiyle doğrudan bağlanan, bağdaş kuran, dua eden, nefesini tutan, başını öne eğen ve sorgulayansınızdır artık…
KÜÇÜK salonda BÜYÜK oyunculukların hâkim oluşuna dalıp giderken, bir yönetmenin bu kadar çok öğeyi nasıl bu kadar başarıyla bir araya getirebildiğine hayret edersiniz. Kendisi de oyunun nabzında yaşamakta; kalbi küt küt atmaktadır zaten, hissedersiniz…
Gerçeklerle sıvanmış karakterlerin rol yapmakta olduğuna kim inanabilir ki… Birileri çimdik atsa da geçmeyecek bir değişmezliği takip edersiniz. Onlarla burun buruna olmak, dışarı çıkar çıkmaz gidip boynuna sarılmaya itiverir insanı… “Tamam, geçti” diye teselliye vurmayı istediğiniz, omzunuza yaslanmaya çağırdığınız, kıyamadığınız, bir anne şefkatiyle sarmalamaya yeltendiğiniz şey, o karakterin yaşadığı değil; sizin kendi geçmişinizle yüzleşmenizden doğan bir mucize anıdır. İşte sanatın gerçek başarısı da budur; insanı içine alıverip kendi özüne döndürmesi…
İSTANBUL gerçeği, bir tiyatro sahnesine ancak bu kadar sığdırılabilir, tüm renkler, dokular ve dokunuşlar yakınımıza ancak bu kadar getirilebilirdi. Küçük örneklem, büyük başarı… İnanılır gibi değil…
Bitişine üzüldüğüm, tüm acılı içeriğine rağmen seyretmeye doyamadığım, büyük ödüllere layık gördüğüm bir ESER bu… Bu muazzam oyunu, bir film gibi izledim. Ve hatta bununla da kalmayıp içinde yer aldım…
Bir gün mutlaka filmi çekilmeli diye düşüne düşüne akşamı ettim.
Yönetmen de benimle aynı fikirdeymiş meğer… Şimdiden ilk sinema biletiniz satıldı sayın yönetmen. Umarım duyarlılığınız, beceriniz ve fikir berraklığınız hak ettiği değeri görsün. Bu kirli düzende zor veya uzakmış gibi görünse bile ben inanıyorum. Bırakın ülkemizi, tüm dünyada izlenmeli…
Üstümüze üstümüze gelen kan, ter, riya ve kirli yüzleri saklayan o duvarları nasıl da anlatmışsınız, helal olsun…
Yeri gelir insan, bir eşyanın rutubetini tercih eder bir insanın vuracağı darbelere…
Yeri gelir kir, pas, koku ve pıhtılaşma daha temiz olur İNSAN denilen o mahlûkattan…
Ve nerede huzur bulduysak orası mabedimizdir…
Savunmasızlığı kötekleyen kirli ellerin hain planlarından kaçabildiğimiz noktada aklarız geleceğimizi, ben bunu bire bir yaşamış biri olarak da biliyorum, bir eğitimci olarak da…
Bu hassas ve kırılgan noktaları bu kadar itinayla, insan tarafından, kadın gözünden, erkek yüreğinden, duygu perspektifinden anlattığınız için binlerce teşekkürler.
Topluma sizin gibi sanat ustaları, öncüleri ve üstatları lazım. Hem de acilen…
Kadıköy’de ne cevherler yaşıyor…
Ben bir daha izleyeceğim (pardon bire bir yaşamaya geleceğim oyununuzu).
İmzanızı attığınız tüm eserleri sunuşunuzda şahsen bulunacağım.
Emeğinize saygı, birikiminize değer, sergilediklerinize alkış boynumuzun borcudur…
İzlemeyen (deneyimlemeyen) kalmasın.
OYUN: RUTUBET
YAZAN ve YÖNETEN: Sertaç AYVAZ
OYUNCULAR: Ecem ÖZTÜRK, Burak ÇELEBİ, Tuğçe YÜKSEL, Zeynep Başak IŞIK, Dilek TÜRK AYVAZ, Mehmet KARAKAŞ, Serhat DURAN
YER : ÖYKÜ SAHNE ( Bahariye/ KADIKÖY)
Rutubet;
Küflenmiş ruhların temyiz noktası.
Kalemime değdiyse vardı insanca bir tarafı… Sadece gönlümden akanlar dökülür kalemime diyorum. “Öylesi daha değerli, daha makbul” diye cevaplıyor güzel insan.
RUTUBET, aslında GUDUBETlerin yüreğimizde açtığı yaraların bir tesellisi…
Dehlizlerin sonundaki ışık,
Delilikle dahilik arasında bir kırılma noktası,
Bir paylaşım; bir parçamız, bir gerçeğimiz,
Hepimizin içinde olduğu oyunun bir kısmı sadece…
http://www.oykusahne.com/

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder