6 Şubat 2014 Perşembe

ÂHENK MUSİKÎ TOPLULUĞU

Son günlerde bastıran sert hava dalgası, dondurucu değil diriltici geliyor bana. Bedenen, zihnen ve ruhen kendine gelmenin bir yolu, düşen derecelerle barış imzalayıp yapılabilecekler listesinde göz gezdirmek. Takvimde önceden işaretlediğim bir etkinliğe katılmaya kendimi hazırlamışken; titreten rüzgâr, ihtimaller dâhilindeki yağış, buz kestiren ayaz, akşam akşam dışarı çıkmama engel olamazdı. Zaten soğuk kış akşamlarını ısıtan güzelliklerden biridir sanat…

7. Kadıköy Kitap Günleri’nde kitabımı imzaladığım bir hanımefendinin hoş sohbetinin, beni böyle güzel bir sanat gecesine taşıyacağını nerden bilebilirdim ki…
Sarı saçları, başının üzerine kıvrılıvermiş bir ipek yumağına benzettiğim topuzu, ince zarif bedeni, kadifemsi sesiyle konuşmaları, bana tek bir şey düşündürüyordu. Bunu da kendisine hemen söylemiştim.
“Sizde bir assolist havası var”
Ferda Hanım, şaşkınlığını bastıran bir hoşnutlukla gülümsemiş; mütevazılığı elden bırakmadan, aslında bir musiki grubunda yer aldığını, yakında bir konserleri olacağını söylemişti. Tam üstüne basmıştım anlaşılan… Onu izlemeye gidersem çok sevineceğini belirtince, not defterime konser gününü kaydetmiştim.
Yaklaşık bir aylık bir zaman, kısalan ömrümüze acımadan su gibi geçip giderken bir de baktım konser günü gelip çattı. Ferda Hanım belki de beni hatırlamayacaktı ama ben yine de sözümde duracak, acil bir işim çıkmazsa onu dinlemeye gidecektim.
İstanbul gibi trafik ve kalabalıktan nefesi kesilmiş bir şehirde, hafta içi saat 20.00’ de etkinlik başlatmak akıl kârı mıdır? Koştura koştura konser salonunun kapısına ulaştık ulaşmasına da, hiç de tahmin etmediğimiz bir durum vardı ortada…
İçerideki kalabalığın oluşturduğu izdihamdan dolayı, büyük salonun kapısını açmak için zorlamak gerekti… Yüzlerce kişilik koca salondaki koltukları bırakın bir kenara, merdivenler ve ayakta durulabilecek her yer insan dolup taşmıştı. İğne atsan yere düşemeyecek gibiydi…
Zorlukla içeri girebildiğimizde, ayaktaki insanlardan dolayı sahneyi görmenin mümkün olmadığını hayretle gördük. Türk Sanat Müziği ezgileri tatlı tatlı etrafa yayılıyor ancak görüntü yok!
Beş on dakika sonra kalabalığa dayanamayarak dışarı çıkan birkaç kişiden açılan yerlerden gıdım gıdım ilerleyerek ve zürafalar gibi yukarı uzana uzana sahneyi zorlukla görebildim. Sahnede nerdeyse yüz kişilik bir grup var. Gözlerim Ferda Hanım’ı arıyor… Erkekler en arkada tek bir sırada toplanmışlar. Türkuaz yeşili abiye kıyafetleriyle bir örnek olmuş, bülbül gibi şakıyan kadınların sayısı, korodaki erkeklerden daha fazla… Ferda Hanım’ı bir türlü göremedim. Benim bulunduğum köşeden görünmeyen tarafta olduğunu tahmin ederek konserin yaklaşık yarısını ayakta, uzanarak, ayaklarımın üstünde yükselerek; şekilden şekle girerek izlemekten başka çarem kalmadı!
Konserin ortalarına doğru programa katılacak olan sürpriz ismi bilmiyorduk tabi… Konuk sanatçı olarak gelen Ahmet Özhan, anlamlı bir konuşma yaptı. Şarkılarını seslendirirken, aralarda gerek bestecilere, gerekse musiki topluluklarının sanatı icra etmek ve sırtlarında taşımak adına üstlendikleri misyona karşın duyduğu minneti dile getirirken üzerinden zarafet akıyordu… İçtenliğine her türlü kefil olacağınız güzel dilekler tane tane dökülüyor ağzından, hoş nameler ise yüreğinden…
“Sanatın bir dalıyla uğraşan kişinin, sanatın her dalında hissesi vardır”
Ahmet Özhan’ın konuşmalarında beni en çok etkileyen kısım bu cümlesi oldu. Ne kadar değişik, beklenmedik ve özel bir yorumdu… Hemen kendime de pay çıkarıvermiştim. Ne demek istediğini tamamen anlıyordum. Bu şekilde dile getirilmesi ancak üstatların işidir.
Şef Mithat Özyılmazel’in ayrı bir enerjiye sahip oluşu da, gecenin gözden kaçırılamayacak güzelliklerinden biriydi. Sadece bir topluluğu yönetmiyordu; notaları eliyle alıp gerekli yerlere taşıyordu sanki. Notalara dans ettirirken kendisi de onlara eşlik ediyor, eğilip kalkıyor, zaman zaman playback yapar gibi dudaklarını oynatıyor; bakışları, gülümsemesi ve elleriyle düşük enerjili olanları yükseltiyordu. Orkestrayı ve sanatçıları resmen kucaklamaktı onun yaptığı. O kadar pozitif, neşeli, kıpır kıpır nasıl olunabilir ki diyoruz… Sonra cevabı hatırlıyoruz: TABİ Kİ SEVDİĞİN İŞİ YAPARAK…   
Dolup taşan salondaki bu muazzam etkinliğin ücretsiz oluşuna takılıyor aklımız. Sanatçıların kaderi midir gönül işi yapmak? Orada büyük bir emek var… Cüzi bir miktar da olsa, biletler ücretli olsaydı keşke… Kimsenin ihtiyacı yoksa bile, bir hayır kurumuna bağışlanırdı ne olacak ki… Emeğin karşılığını vermeye alışmalıyız.
Kısa bir ara verildiğinde, izleyenlerden bir kısmının dışarı çıkışını fırsat bilerek köşedeki merdivenlerde küçücük bir yer bulup çöküveriyoruz. Oturanların çoğu yerlerini kaptırmamak pahasına kalkmıyor veya nöbetleşe kalkıp geri geliyor. Olsun, yerde de olsa sonuna kadar dinleyeceğiz konseri. Konserin sonuna doğru dizlerimde ve belimde oluşan ağrılar, döne kıvrıla oturmayı zorlaştırsa da, buna, gecenin güzelliğinden dolayı severek katlanıyorum.
Konserin son bölümünde nihayet Ferda Hanım’ın solo sırası geliyor… Sahnenin önüne - tüm izleyenlerin görebileceği yere - gelerek şarkısını seslendirirken, onu izleyebiliyorum çok şükür… Sesi de kendisi gibi güzel ve nadideymiş meğer… Büyüleyici bir manzara oluşuveriyor…
Beni bu geceye davet ederken öyle mütevazı bir üslup kullanmıştı ki bana amatör bir çalışma olduğunu düşündürmüştü. Oysa Ahenk Musiki Topluluğu’nun görsel ve işitsel sunum kalitesine, salonun dolup taşmasına bakılırsa hiç de öyle değilmiş…
Ben de normalde pek tercih etmediğim ama bugün nedense giymeye karar verdiğim türkuaz yeşili kıyafetime bakıp gülüyorum. Be hatun, sahnedeki hanımların bu renk giyeceği içine mi doğdu da onlarla bir örnek giyindin? Geceye uyumum şahane, kıyafetime kadar…
Alkıştan yıkılan salon, burada anlatmaya yetmeyecek pek çok sürprizle devam ediyor ve nihayete erdiğinde, konuklar da geceyi sunanlar da mutlu…
Kalabalığa aldırmadan Ferda Hanım’ın yanına gitmenin yollarını düşünmeye başlıyorum. Eşim, “biraz zor” gibilerinden hafifçe gülümsüyor. Beni davet ettiği gün, Ferda Hanım’a “konserden sonra solistleri görebilecek miyiz acaba” diye sorduğumda nasıl memnun olduğunu hatırlayınca mutlaka onu bulmam gerektiğini aklımdan geçiriyorum.
Yeşil elbiseli sanatçılardan birini kalabalığın içinde görünce umutlanıp başlıyorum onu aramaya… Birkaç kişiye soruyorum. Bir grubun fotoğrafını çektikten sonra, sora sora nihayet giyinme odasının yerini öğrenip Ferda Hanım’ı buluyorum.
Şaşırıyor yine… “Aklıma geldi ama pek tahmin etmedim geleceğini” diyor. Ama not almıştım, çok da heveslenerek geldim. Tebriklerimi sunuyorum, sarılıp resim çektiriyoruz. Ben onu bulana kadar sahne kıyafetini çıkarmış bile… Olsun böyle de incecik, zarif ve güzel…
Söz vermek sadece yemin etmekle olmaz. Eğer ilginizi belli ettiyseniz ve yüreğinize yerleştirdiyseniz o adrese gidiyorsunuz. Mesele galiba yüreğine yerleştirmek kısmında... Bunu yapan pek az insan kalmış olmalı… İlle de geleceğim demeseniz de, bir kere gördüğünüz birisinin özel davetine iştirakte bulunmanız şaşırtıyor. Ne kadar üzücü aslında bunları düşünür duruma gelmemiz… Bu algıyı bir nebze olsun kırabildiğimiz için mutluyum en çok da.
Sanat ısıtır insanın içini. Soğuk geceyi, taşlaşmış kalpleri… Güvensizlikleri süpürüp sevgi rüzgârları estirir. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder