29 Kasım 2012 Perşembe

ÖLDÜĞÜN GÜN YAKLAŞMAKTAYKEN…


Aramızdan ayrılışının sekizinci yılındayız. Seni kaybettikten sonraki ilk günlerde, sabahları uyanmak istemediğimi hatırlıyorum. Sonra gün be gün sensizliğe alışmaya başladığımı… Hayatın devam ettiğini ama eskisi gibi olmadığını… Bu sekiz yıl içinde seninle ilgili duygularımın inişli çıkışlı olduğuna kanaat getirirken, aslında senin boşluğunu romatizma ağrılarına benzettiğimi fark ediyorum. Normal günlerde belirti vermeyen ama nemli havalarda sızlamaya başlayan yanımsın sanki. Şimdi gözlerim nemli… Kasım ayı geldi…
Son günlerde neden içimde kıpırdanmaya başladığını merak ediyordum. Rüyalarıma girdiğini, kokunun burnuma geldiğini, seni inceden inceye özlediğimi… Sonra özlemin yoğunluğu arttı… Derken fark ettim ki, öldüğün gün yaklaşmaktaymış…
Kitabımda seninle ilgili yazdıklarımı insanlar okuyup da bana sorular sordukça, sanki sana ait bir parçam kopar gibi oluyor. Seni hissediyorum, gerçekmişsin gibi. Pişmanlıklar sarıyor etrafımı. Seni neden daha çok savunmadığımı ya da sahiplenmediğimi kuşkuyla sorguluyorum. Oysa sen, fazlaca incelikleri olan bir prenses gibiydin. Prensesler kıskanılır; prenseslere kusurlar bulunur. Sanki herkesin -özellikle de o kusur bulanların- kusurları yokmuş gibi…
Daha çok savunmalıydım seni. Tüm melankolikliğine ve serzenişleri alışkanlıklarına karışıp gitmiş mizacına rağmen, çok daha fazla sevmeliydim seni. Acı verse bile, alışmamalıydım yokluğuna…
Sen, bilindik kadınlardan farklıydın. Belki de sanatçı olmalıydın. Yakışırdı ellerine, güzel yüzüne, gelgitlerle dolu düşüncelerine…
İsminle soyadını bire bir taşıyorum kâğıt üzerine, kanun önünde… Seni içimde taşıyorum. Pek çoklarının sahip olmayı beceremediği ince fikirlerinin derinliğini bugünlerde anlıyorum.
“Zaten annesini kaybetmiş bir çocuğun bana da bağlanmasını istemedim” diyordun. “Ben de ölünce ikinci bir acı yaşamasın” diye.
“Yavrum, kurban olduğum” diye canlı canlı seven babaannelerinin aksine… Uzak tutmakla ne iyi ediyordun bencilliklerini… Beni çok sevdiğini şimdi daha iyi biliyorum. Beni, şimdi kitabımdaki satırlarda savunmasını şiddetle yaptığım gibi; çocukları büyüklerin kendilerince sevmelerinin yanlışlığını vurgularcasına farklı fikirlerle seviyordun. Herkes yapamazdı bunu… Büyük bir kadındın sen.
Belki biraz güçsüz, biraz da tutkulu ama daha çok “sevmek” için yaşıyordun sen. Hangimiz sevme şeklimizin karşıdakine zarar verdiğini hesap edebiliyoruz ki…
Senin yerine koymayı değil ama senin gibi sevebilmeyi umduğum kadın, senin resmini duvardan indirdiği gün öldü benim için…
Beni kendi dertlerimle baş başa bıraktığı gün öldü…
Oysa sen, hiç dertlerimle baş başa bırakmamıştın beni.
Sen, iyisiyle kötüsüyle doğrusuyla yanlışıyla yanımda olandın.
Belki de bunu anlamam için oldu bütün olanlar…
Seni çok seviyorum, biliyor musun?
Beni duyuyor musun?
Bir anneler günü sızısı, bir yıldönümü acısı, bir toprak kokusu, bir kasımpatının sarı yaprakları, bir Bursa yolcusu gibi… Bu sene toprağına ne şartlarda ve kimlerle çiçek koyacağımızı, gelip gelemeyeceğimizi bile bilmiyorum.
Zaten sen orada değil, içimde yatıyorsun… 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder