22 Nisan 2011 Cuma

CENNETTE BİR HAFTASONU

Dağ havası kime iyi gelmez ki. Neye iyi gelmez ki… İstanbul’un karmaşasından uzaklaşıp doğanın kucağına kendini bırakma lüksü bile yeter. Eşimin çalıştığı şirketin yetkilileri bize böyle bir hafta sonu kaçamağı fırsatı sundu. Tüm şirket çalışanları ve onların ailelerini kapsayan büyük bir grup olarak, kış sezonunu kapatmak üzere Uludağ’a gittik.


Zamanı ve geçmiştekileri unutturacak kadar huzurlu ve bir o kadar da neşeli ve coşkulu bir ortamı paylaştık hep birlikte. Cumartesi sabahı, bir önceki geceden kalma yol yorgunluğuna rağmen, karda trekking yapmak üzere erkenden kalkıldı. Yapılan programın içerdiği saat düzenlemelerine uymakta zorlanıp da geç gelenlerin beklenmesi bile keyifleri bozamadı. Mevsimi geçmekte olmasına rağmen, bir ara yoğun bir şekilde yağmaya başlayan kar da doğanın ve evrenin bizimle işbirliği yaptığının işaretiydi. Tertemiz havada ağaçların arasında, ayaklarımız karlara bata çıka yürürken (daha doğrusu yürümeye çalışırken), sanki dünya durmuştu… O anı tam anlamıyla yaşayabiliyorduk. Tüm sorumluluklar, yoğunluk ve yorgunluklar, stresler, haksızlıklar, bencillikler, çatışmalar ve çekişmeler unutulmuştu. Sadece doğanın tadını çıkarıyorduk. Mis gibi dağ havasını içimize çekerek, ayak tabanlarımız acıyana kadar kilometrelerce yürüdük. Paçalarımız, ayakkabılarımız, çoraplarımız ve ayaklarımız sırılsıklam oldu ama yüzlerimizdeki gülümseme hiç eksilmedi.
Odamıza dönüp kıyafetlerimizi değiştirmeye gerek bile duymadan öğle yemeğine geçtik. Sezonun son sucuklarını yedikten sonra, tecrübeli olanlarımızın öğütleri doğrultusunda, çıtır çıtır yanan şöminenin karşısında ayakkabılarımızı ve çoraplarımızı çıkarıp kurutmaya çalıştık. Sıcaktan tam erimek üzereyken kurtardığımız spor ayakkabılarımın hafiften kalkmaya başlayan lastiklerine bile üzülmedim. Aksine kahkahalar atarak, “Kara batırayım da kendilerine gelsinler” diyerek kendimi bıraktım tekrar karların arasına… Bütün gün boyunca hepimizin dilinde Nilüfer’in “Karda yürümek zordur” şarkısı … Ve sonsuz bir keyif dalgası …
Günü yaşadıkça kimimizin metropolden kalma sinirleri yatıştı, kimimizin korkuları hafifledi. Bazılarımız hayatının gizli kalmış noktalarını keşfe başlarken bazılarımız da birikimlerini sergileyerek beğeni topladı.
Telesiyeje binerek Kuşaklıkaya’ya zirveye çıkarken her şeyi ama her şeyi boş verdik, kenetlenerek bir yürek olduk. Gökyüzüyle yeryüzünün bir olduğu, sisten dolayı gittiğimiz yeri göremediğimiz bembeyaz bir vadide, halatın ucunda yavaş yavaş bu yolculuğu yaparken, bu araca binme korkusu taşıyan arkadaşımıza buranın cennet olduğunu ve zirvede inerken de bizi karşılayacak görevlilerin aslında melekler olduğunu söyledim. Çünkü gerçekten öyle hissettim. Tüm zırhlarımızı çıkarmıştık, bir aradaydık ve daha da güzel bir şey olamazdı. Orada içilen sıcak şarap, sıcak kakao ve çayın tadı da asla unutulmayacaklar arasında yerini aldı. Otele döndüğümüzde ayaklarımız hala ıslaktı. Annelerin sesini uzaklardan duyar gibiydik ; “Hasta olacaksın, karnın ağrıyacak”. Oysa, o ıslak ayaklarla öyle derinden bir mutluluk yaşıyorduk ki biz. Ayaklarımız ıslanmadan kuru ayakların kıymetini nereden bilecektik? Hem ıslak ayaklarımız, doğanın bir parçası oluşumuzun kanıtıydı, ruhumuzun gıdası olmuştu doğa. En önemlisi de hastalığın ve karın ağrılarının esas sebebinin fiziksel şartlar değil, duygusal boşluklar olduğunu çoktan öğrenmiştik.
Müzik eşliğinde yenen akşam yemeği ve fasılla devam eden bir gece... Etrafta çocukların neşeli sesleri. Dostlar arasında yapılan keyifli sohbetler ve paylaşımlar. Kırgın bir doğum günü insanına hafif rötarla yapılan pasta sürprizi. Onun gözlerindeki ışıltı ve dilindeki sevinç çığlıkları… Yorgunluktan kapanmaya başlayan gözlere aldırmadan devam eden tatlı sohbetler, içilen çaylar, bakılan kahve falları ve hepimizin güvenle bakmayı öğrenmeye başladığı gelecek günlerin heyecanı. Bunların hepsini bir güne sığdırdık orada.
Dışarısı buz gibi soğuk, oturduğumuz ortam sıcacık. Bir dediğimizi iki etmeyen otel çalışanları, saygılı ve güler yüzlü garsonlar. Hepsine minnetle bakıyorum, onlara tek tek teşekkür etmek istiyorum için için. Resmimizi öyle güzel tamamlıyorlar ki. Odalarımızı biz gelmeden önce tertemiz hazırlamış o elleri tek tek öpmek geliyor içimden. Verilen emek ne büyük. Delicesine bu emeğe karşı minnet hissediyorum. Eşime, patronlarına, bu organizasyonu düzenleyenlere, bizlere bu fırsatı sundukları için öyle minnet duyuyorum ki. Bir buçuk gün, bir buçuk yıl gibi uzun, anlamlı ve dopdolu geliyor. Her şey bizim için ayarlanıyor ve düzenleniyor, her şey bize çalışıyor sanki.
Geçen yıl aynı zamanlarda buraya gelişimizi hatırlıyoruz. Şirket çalışanları günün büyük bir bölümünü eğitim alarak geçiriyordu. Aileleri de onlarla birlikte bu havayı solumaya gelmişti. O zaman da eğitimden kalan kısıtlı zamanı keyifli anlara dönüştürmüştük. O günlerden bugüne dökülmüş olan yaprakları gözden geçirirken hafiften içimiz burkulsa da keyfimizi sürmeye devam ediyor, bize sunulan ortamın barındırdığı şanslarımıza şükrederek eski defterleri de yüzümüzde bir tebessümle kapatıyoruz.
Bu hafta sonu, küçük ve ayrı grupların bir araya gelmesiyle oluşan büyük bir aile olduk. Herkes birbirini tanımıyordu ama herkes birbirini sahipleniyor ve sıcak bir atmosferi paylaşıyordu. Bir tane ortak paydaya sahip olmak, dağın tüm karlarını ve buzlarını eriterek bizlere sımsıcak bir ortam yaratmaya yetmişti. Bu güzel aileyi bir araya toplayan herkese her şey için sonsuz teşekkürler. Pillerimiz şarj olmuş olarak, hafif ve tatlı bir yorgunlukla, gönüllerimiz dingin ve huzurlu, kendimizi sevgiyle kucaklanmış hissederek İstanbul’a dönüyoruz. Bir hafta sonu gezisi deyip geçmeyin. Cennette bir hafta sonu yaşadık biz. Bize anlatılan cennette de bundan fazla ne var ki?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder