Nereden geldiyse aklıma… Küçük kırmızı domateslerden galiba. İstanbul ile birlikte anıların güzelini de
biriktirmek zorlaşıyor mu ne… Ya da ne bileyim bir şeyler zorlaşıyor işte…
Üsküdar’ın balkonlu, eski evlerinden birinin denize bakan en üst katındaydık.
Odanın perdelerini aralayıp kışın pek kullanamadığımız balkondaki sandalyeleri görmek
bile insanın içine bir ferahlık verirdi. Hani istediğin zaman çıkıp
soluklanacağını bilmek iyidir ya...
Eskiden evlerde kocaman balkonlar vardı, hem de birkaç tane. Mutfağınki
ayrı, salonunki ayrı. Bir de en büyük yatak odasının balkonu olurdu. Şimdi yeni
evleri niye balkonsuz yaparlar anlamam bir türlü. Güya yenilenen eskimiş
binanın yıkıntılarıyla birlikte geçmişimiz, anılarımız ve hatta umutlarımız ve
insani yanımız da yitip gidiyor gibi gelir bana. Zaten her yanı betonla çevrili,
yeşilden fakirleşmiş, boyu arşa doğru uzarken taşıdığı anlam iyice azalmış, sığ
ve yalnızlık dolu, soğuk, yeni yeni binalar… Üstüne üstlük bir de balkon yok!
Demek oluyor ki nefes yok, hayal yok, manzara yok. Keyif yok, muhabbet yok…
Babaannenin evi sobalıydı. Yatak odaları soğuk olurdu. Kalın yorgan ve
battaniyelere sıkı sıkıya sarılıp ısıtırdık kendimizi. En çok da muhabbetle
ısınırdık. Işıklar söner ama sohbet sönmezdi. Anlatacaklarımız hiç bitmezdi.
İnternet yok, cep telefonu yok. Ama sonsuz bir anlatılacaklar listesi vardı
sabahlara kadar uzanan.
Cherry domates bulmak zordu o zamanlar. Şimdiki gibi her yerde her mevsim
satılmıyordu. Hele de kışın ortasında. Arada sırada alırdık ancak tesadüfen
bulunca. O da kiloyla değil, küçük bir pakette anca 8–10 tane falan. Sofradaki
bolluğu size nasıl anlatsam bilmem ki. Paylaşımdan gelen bir bolluk düşünün.
Sayısız ya da sınırsız değil yediklerimiz. Ama yedikçe çoğalıyordu sanki.
Birlikte olmanın, birlikte yemenin güzelliği, ekmek sepetini ya da tuzu
uzatmanın samimiyeti, paylaşımın bereketi… Nasıl da kıymetliydi ara sıra
sofraya renk veren küçük kırmızı domatesler…
Yeğen küçücük o zamanlar daha üç veya dört yaşında. Peşimizi bırakmaz bir
türlü. Kız kıza kaynatırken o bizim dizimizde, kucağımızda, her an
dibimizdeydi. Bıcır bıcır sesleriyle evleri doldurur çocuklar; körelmiş
yanlarımızı canlandırır, gönlümüze taze kan doldurur. Evin küçük neşesi
oluverir. Mini mini bir kız çocuğu kadar evi aydınlatan ne olabilirdi ki. Bazen
diğer odalardan daha sıcak olduğu için salona kurduğumuz yer yataklarında
koynumuzda kıvrılıvermek isterdi. Kiminle yatacağına karar veremezdi. En
sonunda da annesine sarılıp uyuyakalırdı. Biz konuşurduk, o tatlı bir küçük
kedi gibi gırıl gırıl uyurdu. Yılda birkaç kere bir araya gelinen o tatil
günleri hiç bitmesin isterdik. O evde zaman dursun ve hiç ayrılmayalım…

Ne çok insan sığardık o eve uzun kış gecelerinde. Herkes dört bir yandan
gelir toplanırdık. Ev ısınır, babaanne mutlu olur, biz toplaşır kaynaşırdık.
Ben yine o huzursuz evden kaçarcasına sığınırdım oraya; manevi kardeşime, cici
babaanneye, minik yeğenimize. Üsküdar’ın yosun kokulu havasını içime çektikçe günün
birinde hiç ağlamayacağım günleri hayal ederdim. Yine başka bir ev liman olurdu
fırtınalı yüreğime ve yine ben kendi evimden kaçıp huzur bulurdum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder