13 Şubat 2018 Salı

BAŞKA BİR EV

Nereden geldiyse aklıma… Küçük kırmızı domateslerden galiba.  İstanbul ile birlikte anıların güzelini de biriktirmek zorlaşıyor mu ne… Ya da ne bileyim bir şeyler zorlaşıyor işte…

Üsküdar’ın balkonlu, eski evlerinden birinin denize bakan en üst katındaydık. Odanın perdelerini aralayıp kışın pek kullanamadığımız balkondaki sandalyeleri görmek bile insanın içine bir ferahlık verirdi. Hani istediğin zaman çıkıp soluklanacağını bilmek iyidir ya...
Eskiden evlerde kocaman balkonlar vardı, hem de birkaç tane. Mutfağınki ayrı, salonunki ayrı. Bir de en büyük yatak odasının balkonu olurdu. Şimdi yeni evleri niye balkonsuz yaparlar anlamam bir türlü. Güya yenilenen eskimiş binanın yıkıntılarıyla birlikte geçmişimiz, anılarımız ve hatta umutlarımız ve insani yanımız da yitip gidiyor gibi gelir bana. Zaten her yanı betonla çevrili, yeşilden fakirleşmiş, boyu arşa doğru uzarken taşıdığı anlam iyice azalmış, sığ ve yalnızlık dolu, soğuk, yeni yeni binalar… Üstüne üstlük bir de balkon yok! Demek oluyor ki nefes yok, hayal yok, manzara yok. Keyif yok, muhabbet yok…
Babaannenin evi sobalıydı. Yatak odaları soğuk olurdu. Kalın yorgan ve battaniyelere sıkı sıkıya sarılıp ısıtırdık kendimizi. En çok da muhabbetle ısınırdık. Işıklar söner ama sohbet sönmezdi. Anlatacaklarımız hiç bitmezdi. İnternet yok, cep telefonu yok. Ama sonsuz bir anlatılacaklar listesi vardı sabahlara kadar uzanan.
Cherry domates bulmak zordu o zamanlar. Şimdiki gibi her yerde her mevsim satılmıyordu. Hele de kışın ortasında. Arada sırada alırdık ancak tesadüfen bulunca. O da kiloyla değil, küçük bir pakette anca 8–10 tane falan. Sofradaki bolluğu size nasıl anlatsam bilmem ki. Paylaşımdan gelen bir bolluk düşünün. Sayısız ya da sınırsız değil yediklerimiz. Ama yedikçe çoğalıyordu sanki. Birlikte olmanın, birlikte yemenin güzelliği, ekmek sepetini ya da tuzu uzatmanın samimiyeti, paylaşımın bereketi… Nasıl da kıymetliydi ara sıra sofraya renk veren küçük kırmızı domatesler…
Yeğen küçücük o zamanlar daha üç veya dört yaşında. Peşimizi bırakmaz bir türlü. Kız kıza kaynatırken o bizim dizimizde, kucağımızda, her an dibimizdeydi. Bıcır bıcır sesleriyle evleri doldurur çocuklar; körelmiş yanlarımızı canlandırır, gönlümüze taze kan doldurur. Evin küçük neşesi oluverir. Mini mini bir kız çocuğu kadar evi aydınlatan ne olabilirdi ki. Bazen diğer odalardan daha sıcak olduğu için salona kurduğumuz yer yataklarında koynumuzda kıvrılıvermek isterdi. Kiminle yatacağına karar veremezdi. En sonunda da annesine sarılıp uyuyakalırdı. Biz konuşurduk, o tatlı bir küçük kedi gibi gırıl gırıl uyurdu. Yılda birkaç kere bir araya gelinen o tatil günleri hiç bitmesin isterdik. O evde zaman dursun ve hiç ayrılmayalım…
Halamız köfte yapmıştı bir gün. Küçük küçük köfteler. Benim hiç halam olmadığı için hala derdim ona, Işık Hala. Hiç arkadaşımın halası gibi görmezdim. Ne söylese dinlerdim. Herkesin annesi gibi olan, hani herkese annelik eden kadınlar vardır ya. İşte o da öyleydi. Savaşta cephe taşıyan güçlü kuvvetli dirayetli Türk kadınlarına benzetirdim onu. Çok korumacı bir yanı vardı görmezden geldiğimiz. Görmezden gelemediğimiz ise, her evde bir kadının varlığı olmalıydı. Kadınsız evler hep eksikti, yarımdı, kırılmıştı. Göçük altında kalan yüreklerimiz hep erken giden kadınlardan dolayıydı.  Ben hâlâ minik minik severim mesela köfteyi. Öyle hala elinden, teyze elinden, anne elinden çıkmış gibi. Sevgiyle yoğrulmuş, elinin lezzeti katılmış, sabırla emek verilmiş, birer birer aile üyelerine paylaştırılmış…

Ne çok insan sığardık o eve uzun kış gecelerinde. Herkes dört bir yandan gelir toplanırdık. Ev ısınır, babaanne mutlu olur, biz toplaşır kaynaşırdık. Ben yine o huzursuz evden kaçarcasına sığınırdım oraya; manevi kardeşime, cici babaanneye, minik yeğenimize. Üsküdar’ın yosun kokulu havasını içime çektikçe günün birinde hiç ağlamayacağım günleri hayal ederdim. Yine başka bir ev liman olurdu fırtınalı yüreğime ve yine ben kendi evimden kaçıp huzur bulurdum.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder