22 Şubat 2018 Perşembe

YAĞMURLU GECE

Yağmurluydu o gece. Tam da okunduğu gibi, en basit, en doğal haliyle. Islak, serin ve nazenin… Gelişiyle aklıma doluşan sorular da hep sağanak halinde, kendi gibi. Ormanı, oksijeni bol alanlar mı daha çok çeker yağmuru yoksa her yerini pislik kaplamış büyük şehirlerin arınmaya muhtaç kalmış insanlarının duası mı? Kılık kıyafetimize daha göz kırpışıyla müdahale eden gözünü sevdiğim yağmur, rahmetten mi yağarsın rahmete mi inersin? Sana doğru el açmasak bizden vaz mı geçersin?
Çok susamıştım sana, sevgilinin dudaklarına hasret eder gibi. Çok beklemiştim seni, evlat yolunu gözleyen ana misali. O kadar nefessiz kalmış ki zavallı şehirlerimiz… Üstümüze üstümüze ısrarla yağışınla temizlenecek gibi değil buralar…

Sen gelince herkes bir yerlere kaçışır, bir yerlere sığınır. Hem gelmeni ister hem de senden saklanır. Yağmurlu gecenin yağmur oyunları sanki. Oysa benim sana teslim olasım var deliler gibi. Ellerimi açıp seni tüm varlığımla karşılamak, saatlerce sana sarılıp kalmak isterim. Az değildir kokuna karışmaya sokaklara çıktığım geceler.
Saatler öncesinden gelişini müjdeledikleri günlerden biriydi. Ancak akşama doğru inmeye başladın gri çatılarımıza. Şanslıysan aralardan kenarlardan sızıp toprağa da ulaşabilirsin tabi. Seninle birlikte kavuşmayı beklediğim kitaplar vardı. “Tamam” dediler, “elimizde var”. Son bir kutu ilaç kalmış ve hastalığımın başka çaresi yokmuş gibi heyecan ve merakla rica ettim.
“Lütfen benim için ayırır mısınız?”
Sonra yollara düştüm. Yağmura eşlik eden fırtınaya karıştım koşa koşa. Sıkı sıkı giyinmenin aksine ruhum da öyle duru öyle çıplak. Akşam vakti, akşam yemeğinden önce, düştüm bir kitabın derdine. Bazen insana en büyük hediye, kitabın dostluğuna karışan yağmur kokusu sadece...
Öyle lahana gibi sarınarak da değil, içten incecik ve sade, dıştan koruyucu bir kalıpla örtünerek; yüzüme gözüme çarpan soğuğa teşekkürler ederek. Bir de puseti itiyorum. Ona da bir yağmurluk geçirmişim. Kendi üzerimden sızan damlalara, bilmişlik eden teyzelerle amcaların laflarına, saatin ilerleyişine aldırmıyorum. Çocuklar da alışsın havanın her türlüsüne… Ve de o kitap bugün illa ki benim olacak…
Ve oldu da… Onu kâğıttan yapılmış bir şey değil de pırlantadan bir mücevher gibi aldım ellerime. Kitapçının verdiği torbanın üzerine bir de kumaş torba geçirdim. Islanmasın kıymetlim. Sayfalarına kavuşmak için de gecenin ilerleyen saatlerini bekledim.
Hır gür koşturmaca biter de el ayak çekilir, etraf sessizleşir ve gece yayılır üstümüze, günün ağırlığı çekilip gider ve yumuşak bir örtü misali kalır gecenin dokunuşu.  Hele bir de yağmur varsa değmeyin o keyfe…
Pencereyi açık bırakıp içeriye davet ettiğim serin yağmur havasını içime çekerek hırkama sarındım. Camın kenarındaki koltuğa kıvrılıp perdeleri iyice araladım. Elime alırken narin bir çiçeğe dokunurcasına titizlendiğim kitabın kıpkırmızı renkli çekici kapağını heyecanla okşadım.
Bir fincan sıcak çay, hevesle beklenen kitap, cama vura vura varlığını belli eden güçlü yağmur, ince bir battaniyeye hafif bir ürpertiyle sarınıp yeni dünyalarda gezintiye çıkmak. Kendini bulurken hayatı iliklerine kadar hissetmek. Bazen çok basit çok küçük şeylerdedir mutluluk…
Sonradan da yine kitaplar aldım. Yine yağmur yağdı. Yine aynı hazırlığı yaparak koltuğun köşesine kıvrıldım ama bir türlü o geceki tadı alamadım nedense… Hikâyenin sonu her zaman beklediğimiz gibi bitmez tabi. Her şey her zaman aynı olmaz.
Bazen bir yerlere yükseldiğinizi, içinizin bir hoş olduğunu, tanımlayamayacağınız kadar yoğun bir hazzın içine kapılıp gittiğinizi hissedersiniz. İşte o anda önemli bir şeyi yakalamışsınızdır. Onu bir yere kaydedemezsiniz, kopyalayamazsınız. Yalnızca tadına varabilirsiniz. Yalnızca o anda…  
Her anın tadına kendi içinde varabilirsiniz. Bunlar zorlu hayatın bize sunduğu minik hediyelerdir. Yakalamayı bilirseniz ne âlâ…


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder