Yağmurluydu o gece. Tam da okunduğu gibi, en basit, en doğal haliyle. Islak,
serin ve nazenin… Gelişiyle aklıma doluşan sorular da hep sağanak halinde,
kendi gibi. Ormanı, oksijeni bol alanlar mı daha çok çeker yağmuru yoksa her
yerini pislik kaplamış büyük şehirlerin arınmaya muhtaç kalmış insanlarının
duası mı? Kılık kıyafetimize daha göz kırpışıyla müdahale eden gözünü sevdiğim
yağmur, rahmetten mi yağarsın rahmete mi inersin? Sana doğru el açmasak bizden
vaz mı geçersin?
Çok susamıştım sana, sevgilinin dudaklarına hasret eder gibi. Çok
beklemiştim seni, evlat yolunu gözleyen ana misali. O kadar nefessiz kalmış ki
zavallı şehirlerimiz… Üstümüze üstümüze ısrarla yağışınla temizlenecek gibi
değil buralar…
Sen gelince herkes bir yerlere kaçışır, bir yerlere sığınır. Hem gelmeni
ister hem de senden saklanır. Yağmurlu gecenin yağmur oyunları sanki. Oysa
benim sana teslim olasım var deliler gibi. Ellerimi açıp seni tüm varlığımla
karşılamak, saatlerce sana sarılıp kalmak isterim. Az değildir kokuna karışmaya
sokaklara çıktığım geceler.
Saatler öncesinden gelişini müjdeledikleri günlerden biriydi. Ancak
akşama doğru inmeye başladın gri çatılarımıza. Şanslıysan aralardan kenarlardan
sızıp toprağa da ulaşabilirsin tabi. Seninle birlikte kavuşmayı beklediğim
kitaplar vardı. “Tamam” dediler, “elimizde var”. Son bir kutu ilaç kalmış
ve hastalığımın başka çaresi yokmuş gibi heyecan ve merakla rica ettim.
“Lütfen benim için ayırır mısınız?”
Sonra yollara düştüm. Yağmura eşlik eden fırtınaya karıştım koşa koşa.
Sıkı sıkı giyinmenin aksine ruhum da öyle duru öyle çıplak. Akşam vakti, akşam
yemeğinden önce, düştüm bir kitabın derdine. Bazen insana en büyük hediye,
kitabın dostluğuna karışan yağmur kokusu sadece...
Öyle lahana gibi sarınarak da değil, içten incecik ve sade, dıştan
koruyucu bir kalıpla örtünerek; yüzüme gözüme çarpan soğuğa teşekkürler ederek.
Bir de puseti itiyorum. Ona da bir yağmurluk geçirmişim. Kendi üzerimden sızan
damlalara, bilmişlik eden teyzelerle amcaların laflarına, saatin ilerleyişine
aldırmıyorum. Çocuklar da alışsın havanın her türlüsüne… Ve de o kitap bugün
illa ki benim olacak…
Ve oldu da… Onu kâğıttan yapılmış bir şey değil de pırlantadan bir
mücevher gibi aldım ellerime. Kitapçının verdiği torbanın üzerine bir de kumaş
torba geçirdim. Islanmasın kıymetlim. Sayfalarına kavuşmak için de gecenin
ilerleyen saatlerini bekledim.
Hır gür koşturmaca biter de el ayak çekilir, etraf sessizleşir ve gece
yayılır üstümüze, günün ağırlığı çekilip gider ve yumuşak bir örtü misali kalır
gecenin dokunuşu. Hele bir de yağmur
varsa değmeyin o keyfe…
Pencereyi açık bırakıp içeriye davet ettiğim serin yağmur havasını içime
çekerek hırkama sarındım. Camın kenarındaki koltuğa kıvrılıp perdeleri iyice
araladım. Elime alırken narin bir çiçeğe dokunurcasına titizlendiğim kitabın
kıpkırmızı renkli çekici kapağını heyecanla okşadım.
Bir fincan sıcak çay, hevesle beklenen kitap, cama vura vura varlığını
belli eden güçlü yağmur, ince bir battaniyeye hafif bir ürpertiyle sarınıp yeni
dünyalarda gezintiye çıkmak. Kendini bulurken hayatı iliklerine kadar hissetmek.
Bazen çok basit çok küçük şeylerdedir mutluluk…
Sonradan da yine kitaplar aldım. Yine yağmur yağdı. Yine aynı hazırlığı
yaparak koltuğun köşesine kıvrıldım ama bir türlü o geceki tadı alamadım
nedense… Hikâyenin sonu her zaman beklediğimiz gibi bitmez tabi. Her şey her
zaman aynı olmaz.
Bazen bir yerlere yükseldiğinizi, içinizin bir hoş olduğunu,
tanımlayamayacağınız kadar yoğun bir hazzın içine kapılıp gittiğinizi
hissedersiniz. İşte o anda önemli bir şeyi yakalamışsınızdır. Onu bir yere
kaydedemezsiniz, kopyalayamazsınız. Yalnızca tadına varabilirsiniz. Yalnızca o
anda…
Her anın tadına kendi içinde varabilirsiniz. Bunlar zorlu hayatın bize
sunduğu minik hediyelerdir. Yakalamayı bilirseniz ne âlâ…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder