28 Ocak 2013 Pazartesi

DUT ŞERBETİ

Yağmurlu ve ılık bir İstanbul akşamı… Öğrenciliğimde gezindiğim Bahariye sokakları… Birkaç yıl öncesinden gelen tanışıklığın elverdiği bir buluşma, yeni bir dostluk adımı ve bir tiyatro sahnesi… Unutulmaya yüz tutmuş duyguların bambaşka anlamlarda yeniden hatırlandığı bir sanat gecesi… “Sanat ne içindir?” ve “Sanat kimin içindir?” sorularına bir cevap gibi gelip çatıverir oyunun sahnelenme saati; Sanat, insan içindir…
Seyircilerin tek bir tarafta toplanıp izlediği klasik tiyatro salonlarından farklı olarak, dört bir tarafta dizili sandalyelerde yerimizi alırken, sahnenin ne kadar yakınımızda –tam orta yerde- olduğunu görüyoruz. Etkileşimli oyun olduğu için bu şekilde bir düzenleme olduğunu söylüyorlar. ”In yer face tiyatro” türünde bir oyunu ilk izleyişim. Türkçesi, “suratına tiyatro” ya da “yüze vurumcu” tiyatro olarak geçiyor. Seyirci, oyuncu ve oyun hiçbir ayrım noktası olmaksızın bir arada, birbirine karışıp gidecek birazdan…
Oyun başlarken, gerçekle iç içe olduğunuzu, o salondan kaçış olmadığını, gerçeklerden kaçış olmadığını iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Gerçekler sahnede, kulağımız ve gözümüzde, ürpertilerimiz yürek çarpıntılarına karışacak az sonra… Sahnedeki kadın küçük oğluna “baban gelir biraz sonra”” dediğinde, bir şimşek çakıyor gözlerimde… İzleyeceklerimin, çocuk psikolojisine değinilmiş tarafından ziyade kendi çocuk ruhumun acımış noktalarını hatırlayacağım sahneler olduğunu hissediyorum nedense… İzledikçe yanılmadığımı anlıyorum.
Oyunun adı: Dut Şerbeti. Rengi kan kızılı… Havası ayazımsı soğuk… Kızılcık şerbeti gibi, kızılcık şerbetinin benzetildiği durumlar gibi, kadınlarımızın en iyi bildiği tattan, kıvamdan. Her şey öyle gerçeğin içinden, hayatın ortasından, kadının damarından ki… Bazı noktalarda kendinizi tutamayıp sahneye atlayabileceğiniz hissine kapılıyorsunuz. Görünen tokata ya da görünmeyen ruh hastalıklarına müdahale etmek geçiyor içinizden. Ben en çok da dut şerbetini yapan o kadının ruh dünyasında dolaşırken buluyorum kendimi… Onu sarıp sarmalamak, teselli etmek istiyorum. “Ağlama!” demek istiyorum. İçindeki susturulmuş, susturuldukça yaralanmış ve paramparça olmuş yanına merhem bulmak ve ona bağırmak istiyorum: “Mecbur değilsin!” diye…
Tüm oyuncuların bireysel performanslarına dikkat edildiğinde öyle gerçek, öyle candan ve öyle damardan oynadıklarına kanaat getirilirken, önlerinde eğilmeyi gerektirecek bir saygı ve yakınlık duygusunu doğuyor… Hepsi çok başarılı… Dört bir yanında oturmuş seyircilerin merceği altındayken bu kadar “rolünü yaşamak ve yaşatmak” imkânsız gibi… Hiç mi dil sürçmesi olmaz, hiç mi hata yapılmaz? Dekor sürekli değişiyor bir yandan… Durağan bir konu, mekân ya da söz yok burada… Her an her yerdesiniz. Müzikler öyle bir diyara götürüyor ki insanı, masal deseniz değil, rüya deseniz hiç değil. Çünkü tiyatrodan bir adım dışarı atsanız, sahnede olanlardan biriyle karşılaşabilirsiniz. O kadar acı ve bir o kadar gerçek…
Sertaç Ayvaz, Dut Şerbeti’ni yazan ve yöneten değerli kişi… Onu tanımlamak için yüreğinin sıcaklığını hissetmek yetiyor. Kendisi, insan gibi insan olmalı ki bu sahneleri kurgulayabilsin. Birilerinin acılarına şahit olmuş ve gördüklerine duyarsız kalamamış olmalı, her sanatçı gibi… Bir baba ya da ağabey şefkati var yüzünde, sevecenlik hareketlerinde… Dost gibi, kardeş gibi, insan gibi insan…  Tiyatro öncesi konuştuğumuzda, tam da ilgilendiğim konular olduğu için, sahnelenen oyunu çocukların psikolojisi, yaşantısı ve geleceğindeki etkiler bazında değerlendirebilecek bir gözle izlememi istemişti. Çıkışta gözlerime bakan, fikrimi merak eden bu ince ruhlu adama cevap vermeden önce birazcık duraksadım. Nerelere dalmıştım, hiç sormasın kimse… Sonunda “travmatik yanlarına daha çok takılı kaldım” diyebildim sadece. O da şaşırdı. Bir eğitimci olduğum için, çocuk yönünden değerlendireceğimi düşünmüştü doğal olarak. Ben de bir zamanlar çocuktum. Benim de derin yaralarım vardı.
Dut Şerbeti… İç içe geçmiş hikâyelerin özünde herkes kendini bulabilir ya da kaybedebilir. Travmalar travmaları doğurur ve çocuklar yaşananları unutmaz. Hafife aldığınız her şeyin acısı gün gelir karşınıza çıkar. Hem de çok sert ve derin darbelerle… En yakınlarınızdan, en sevdiklerinizden… Ya da sevmeyi bile beceremediklerinizden…
Kadın ruhu; öyle erkeklerin şikâyet ettiği gibi karmaşık olabilir mi? Yoksa kadınlar sadece “sevilmek” uğruna her şeyi göze alabilir mi? Bunları inceden inceye düşünmeli…
Diğer izleyicileri bilemem ama ben hala o kadını kucaklamak istiyorum. Onun bir oyuncu olduğunu bile unutarak, o kadının gerçek olduğuna sıkıca inanıyorum. Çünkü o bir temsili örnek…
Çoğu evlilikler, kadınların bin bir ümidi ve imkânların ötesinde çabalarıyla ite kaka yürüyen yalan kurumlar sadece…
O çaresizliği, o huzursuzluğu bire bir hissettim izlerken, bir zamanlar yaşamış biri olarak. Huzurla kıçınızın üstünde oturabildiğiniz bir eviniz varsa şükredin.
Hiçbir kadının kaprisi ya da çığlığı boşuna değildir.
Ve tiyatrocular asla emeklerinin karşılığını alabilmiş değiller.
Bir kadının hayali olabilir dut şerbeti, alın teriyle kazanabildiği üç beş kuruş para, onu tartaklamamasına minnet edebileceği bir koca, biraz rahat ve huzur.
Bir çocuğun kapanmayan yarası olabilir gördüğü bir manzara, içine işlemiş bir kavga… Cinayetler sadece bilinen silahlarla işlenmez aslında… Cinayetlerin çoğu, filizlenmekte olan genç hayatların başlamadan bitmesine sebep olan psikolojik girişimlerdir. Öldürmekten beter edebilir bir çocuğu, bir kadını, bir erkeği, bir insanı…
“Şuurlar nerededir?” diye haykırmak istedim ben o akşam... Tiyatrodan dışarı adımımı atarken, “nereden başlamalı” diye sormak istedim önüme her gelen kişiye... Herkes dönüp kendine bakmalı belki… Kimin hakkı olabilir ki bir başkasının hayatını söndürmeye?
Sanat; insan için, insanca yaşamak için bir davettir önümüze kırmızı halıyla serilmiş…  Takdiri az, geliri kısıtlı, geleceği belirsiz bir büyüklüktür tiyatronun tozunu yutmak. Alkış, tiyatrocunun tek motivasyonudur belki de, hep söylenildiği gibi...
Oyunun sonunda bir dakika bile sürmeyen alkışlara aldanmayın, Sertaç Bey ve değerli ekibi: Başak Işık, Burak Çelebi, Tuğkan Arıcı, Aysu Sevim ve Özlem Kavlak Çelik. Ben sizleri hala alkışlıyorum…
Aynı dünyada yaşadığımız için kendimi şanslı sayıyorum.
Sayenizde hala umudum var; bu dünya düzelecek.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder