Yağmurlu ve ılık bir İstanbul akşamı… Öğrenciliğimde gezindiğim Bahariye
sokakları… Birkaç yıl öncesinden gelen tanışıklığın elverdiği bir buluşma, yeni
bir dostluk adımı ve bir tiyatro sahnesi… Unutulmaya yüz tutmuş duyguların
bambaşka anlamlarda yeniden hatırlandığı bir sanat gecesi… “Sanat ne içindir?”
ve “Sanat kimin içindir?” sorularına bir cevap gibi gelip çatıverir oyunun
sahnelenme saati; Sanat, insan içindir…
Seyircilerin tek bir tarafta toplanıp izlediği klasik tiyatro
salonlarından farklı olarak, dört bir tarafta dizili sandalyelerde yerimizi
alırken, sahnenin ne kadar yakınımızda –tam orta yerde- olduğunu görüyoruz.
Etkileşimli oyun olduğu için bu şekilde bir düzenleme olduğunu söylüyorlar. ”In
yer face tiyatro” türünde bir oyunu ilk izleyişim. Türkçesi, “suratına
tiyatro” ya da “yüze vurumcu” tiyatro olarak geçiyor. Seyirci, oyuncu ve oyun hiçbir
ayrım noktası olmaksızın bir arada, birbirine karışıp gidecek birazdan…
Oyun başlarken, gerçekle iç içe olduğunuzu, o salondan kaçış olmadığını,
gerçeklerden kaçış olmadığını iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Gerçekler
sahnede, kulağımız ve gözümüzde, ürpertilerimiz yürek çarpıntılarına karışacak
az sonra… Sahnedeki kadın küçük oğluna “baban gelir biraz sonra”” dediğinde,
bir şimşek çakıyor gözlerimde… İzleyeceklerimin, çocuk psikolojisine değinilmiş
tarafından ziyade kendi çocuk ruhumun acımış noktalarını hatırlayacağım
sahneler olduğunu hissediyorum nedense… İzledikçe yanılmadığımı anlıyorum.
Oyunun adı: Dut Şerbeti. Rengi kan kızılı… Havası ayazımsı soğuk… Kızılcık
şerbeti gibi, kızılcık şerbetinin benzetildiği durumlar gibi, kadınlarımızın en
iyi bildiği tattan, kıvamdan. Her şey öyle gerçeğin içinden, hayatın
ortasından, kadının damarından ki… Bazı noktalarda kendinizi tutamayıp sahneye
atlayabileceğiniz hissine kapılıyorsunuz. Görünen tokata ya da görünmeyen ruh
hastalıklarına müdahale etmek geçiyor içinizden. Ben en çok da dut şerbetini
yapan o kadının ruh dünyasında dolaşırken buluyorum kendimi… Onu sarıp
sarmalamak, teselli etmek istiyorum. “Ağlama!” demek istiyorum. İçindeki
susturulmuş, susturuldukça yaralanmış ve paramparça olmuş yanına merhem bulmak
ve ona bağırmak istiyorum: “Mecbur değilsin!” diye…
Tüm oyuncuların bireysel performanslarına dikkat edildiğinde öyle gerçek,
öyle candan ve öyle damardan oynadıklarına kanaat getirilirken, önlerinde
eğilmeyi gerektirecek bir saygı ve yakınlık duygusunu doğuyor… Hepsi çok
başarılı… Dört bir yanında oturmuş seyircilerin merceği altındayken bu kadar “rolünü
yaşamak ve yaşatmak” imkânsız gibi… Hiç mi dil sürçmesi olmaz, hiç mi hata
yapılmaz? Dekor sürekli değişiyor bir yandan… Durağan bir konu, mekân ya da söz
yok burada… Her an her yerdesiniz. Müzikler öyle bir diyara götürüyor ki
insanı, masal deseniz değil, rüya deseniz hiç değil. Çünkü tiyatrodan bir adım
dışarı atsanız, sahnede olanlardan biriyle karşılaşabilirsiniz. O kadar acı ve
bir o kadar gerçek…
Sertaç Ayvaz, Dut Şerbeti’ni yazan ve yöneten değerli kişi… Onu
tanımlamak için yüreğinin sıcaklığını hissetmek yetiyor. Kendisi, insan gibi
insan olmalı ki bu sahneleri kurgulayabilsin. Birilerinin acılarına şahit olmuş
ve gördüklerine duyarsız kalamamış olmalı, her sanatçı gibi… Bir baba ya da ağabey
şefkati var yüzünde, sevecenlik hareketlerinde… Dost gibi, kardeş gibi, insan
gibi insan… Tiyatro öncesi
konuştuğumuzda, tam da ilgilendiğim konular olduğu için, sahnelenen oyunu çocukların
psikolojisi, yaşantısı ve geleceğindeki etkiler bazında değerlendirebilecek bir
gözle izlememi istemişti. Çıkışta gözlerime bakan, fikrimi merak eden bu ince
ruhlu adama cevap vermeden önce birazcık duraksadım. Nerelere dalmıştım, hiç
sormasın kimse… Sonunda “travmatik yanlarına daha çok takılı kaldım” diyebildim
sadece. O da şaşırdı. Bir eğitimci olduğum için, çocuk yönünden
değerlendireceğimi düşünmüştü doğal olarak. Ben de bir zamanlar çocuktum. Benim
de derin yaralarım vardı.
Dut Şerbeti… İç içe geçmiş hikâyelerin özünde herkes kendini bulabilir ya
da kaybedebilir. Travmalar travmaları doğurur ve çocuklar yaşananları unutmaz.
Hafife aldığınız her şeyin acısı gün gelir karşınıza çıkar. Hem de çok sert ve
derin darbelerle… En yakınlarınızdan, en sevdiklerinizden… Ya da sevmeyi bile
beceremediklerinizden…
Kadın ruhu; öyle erkeklerin şikâyet ettiği gibi karmaşık olabilir mi?
Yoksa kadınlar sadece “sevilmek” uğruna her şeyi göze alabilir mi? Bunları
inceden inceye düşünmeli…
Diğer izleyicileri bilemem ama ben hala o kadını kucaklamak istiyorum.
Onun bir oyuncu olduğunu bile unutarak, o kadının gerçek olduğuna sıkıca
inanıyorum. Çünkü o bir temsili örnek…
Çoğu evlilikler, kadınların bin bir ümidi ve imkânların ötesinde çabalarıyla
ite kaka yürüyen yalan kurumlar sadece…
O çaresizliği, o huzursuzluğu bire bir hissettim izlerken, bir zamanlar
yaşamış biri olarak. Huzurla kıçınızın üstünde oturabildiğiniz bir eviniz varsa
şükredin.
Hiçbir kadının kaprisi ya da çığlığı boşuna değildir.
Ve tiyatrocular asla emeklerinin karşılığını alabilmiş değiller.
Bir kadının hayali olabilir dut şerbeti, alın teriyle kazanabildiği üç
beş kuruş para, onu tartaklamamasına minnet edebileceği bir koca, biraz rahat
ve huzur.
Bir çocuğun kapanmayan yarası olabilir gördüğü bir manzara, içine işlemiş
bir kavga… Cinayetler sadece bilinen silahlarla işlenmez aslında… Cinayetlerin
çoğu, filizlenmekte olan genç hayatların başlamadan bitmesine sebep olan
psikolojik girişimlerdir. Öldürmekten beter edebilir bir çocuğu, bir kadını,
bir erkeği, bir insanı…
“Şuurlar nerededir?” diye haykırmak istedim ben o akşam... Tiyatrodan dışarı adımımı atarken, “nereden başlamalı” diye sormak istedim
önüme her gelen kişiye... Herkes dönüp kendine bakmalı belki… Kimin hakkı
olabilir ki bir başkasının hayatını söndürmeye?
Sanat; insan için, insanca yaşamak için bir davettir önümüze kırmızı
halıyla serilmiş… Takdiri az, geliri
kısıtlı, geleceği belirsiz bir büyüklüktür tiyatronun tozunu yutmak. Alkış,
tiyatrocunun tek motivasyonudur belki de, hep söylenildiği gibi...
Oyunun sonunda bir dakika bile sürmeyen alkışlara aldanmayın, Sertaç Bey
ve değerli ekibi: Başak Işık, Burak Çelebi, Tuğkan Arıcı, Aysu Sevim ve Özlem
Kavlak Çelik. Ben sizleri hala alkışlıyorum…
Aynı dünyada yaşadığımız için kendimi şanslı sayıyorum.
Sayenizde hala umudum var; bu dünya düzelecek.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder