Bunu anlatmasam olmazdı. Mahalle arasında küçük bir çocuk parkındayız.
Hava buz gibi soğuk. Rüzgâr da baya üşütüyor. Bu nedenle az çocuk var. Onlara
sorsaydık eğer, mevsime ve zamana bakmaksızın sokakta büyümek isterlerdi. Pek
çok şeyi sormadan onların adına karar aldığımız sayısız günden birindeydik. Mecburi
sınırları daha da çok sınırlandırarak yarınlarını ellerinden yavaş yavaş
aldığımızın farkında değildik.
Hollandalı olduğunu birazdan öğreneceğim baba ve Türk anne iki çocuklarıyla
gelmişlerdi. Banklardan birinin hemen yanına koydukları ikili pusetin bebek
kısmında uyuyan ufaklığın üzerinde muşambadan bir örtü vardı. Büyük olan ise
parkta oradan oraya koşturarak oynuyordu. Anne babası her an etrafında yer değiştirerek
ona eşlik ediyorlardı. Sadece kendi çocuklarına değil, diğer çocuklara da doğallıkla
ve kimse istemeden göz kulak olmalarını ilgi çekici bulmuştum. Eğer kaydırakta
kendilerininkinden farklı bir çocuk kayıyorsa bir tanesi mutlaka onu iniş
yerinde karşılıyor, arka arkaya kayan çocukları kazalardan korumak için
birbirilerini uyarıyorlardı.
Sanki o gün parkın sorumluluğu onlara aitmiş gibi her şeye kucağını açan
bu çift, oraya gönderilmiş bir hediye kadar parlak, şükran uyandıran,
şaşırtıcı, sevindirici, iyileştiriciydi benim gözümde.
Uzaktan bile hissedebildiğim ve gözlemleyebildiğim, kendi aralarındaki
sakin, saygılı ve yumuşak iletişime dikkat ettim de, çok özlediğimiz bir şey
değil miydi bu? Aile içinde huzur. Toplum içinde huzur. İnsanlar arasında
huzur.
Parkın bir tarafı, yandaki binanın bahçesine bitişik ve arada demirle
örülü bakımsız bir duvar vardı. Kare kare bölünmüş paslı demirler güya burada
bir duvar görevi görüyordu. Üzerine de eski, yırtık pırtık, koyu yeşil renkli
bir kumaş gerilmişti. Kim bilir ne zamandır orada öylesine yer yer sarkık bir şekilde
asılı duruyordu.
Birdenbire ortalığı kasıp kavuran kuvvetli bir rüzgâr çıkmıştı. Duvardaki
eski örtü, demirin orta yerinden kurtularak dalgalanmaya başladı. İki yanından
cılızca tutan parçaların da kopmak için fazla vakti kalmamışa benziyordu. Az sonra
savrularak ya bir ağacın ya salıncakların ya da çocukların üzerine doğru
kapanacağını tahmin ediyordum.
Hollandalı baba bir anda duvarın yanında beliriverdi. Uzunca boylu
oluşunun verdiği kolaylıkla eski örtüyü en üst taraflarından tutabildiğince
kavrayarak tek tek demirlerin üzerindeki yerlerine geçirmeye koyuldu. Sabırla,
sırayla onları takarken hayret ve hayranlıkla onu izlememek mümkün değildi.
Eski püskü bir örtü değildi sanki ellerindeki; ne bileyim fırtınada sağa sola
savrulmuş minik kuş yavrularıydı. Akvaryumdaki suyun boşalmasıyla kendini yerde
bulan çaresiz balıklardı. Yuvası bozulduğu anda nereye kaçışacağını şaşıran
karıncalardı. Savaşın ortasında bomba ve silah seslerinden korkarak sinen küçük
çocuklardı…
Öylesine şefkatli, sahiplenerek, görev edinerek kol kanat gerdiği örtüyü
her yerini tutturana kadar, hiçbir detayını yarıda bırakmadan tamamladı.
Eskisinden de sağlam bir hale getirdiğine yemin edebilirim. Bu hareketi onun
hakkında ne kadar çok fikir veriyordu insana. Laf aramızda pek de yakışıklı
olmayan bu adam bir anda gözünde devleşip kuvvetli bir kahramana dönüşüyor
insanın. Türk annenin neden onu seçtiğini anlayıverdim o dakikalarda…
Bir baba kaç kişiye babalık edebilir?
Gerçek babalık nedir?
Gerçek insanlık nedir?
Gerçek koruyuculuk nedir?
Daha bir çok sorunun aynı yere varan cevabıydı bu adam orada.
Hani bizim insanımızın şeklini şemailini beğenmeyerek yıkmaya kıyabildiği,
sıfırdan yapmaya pek meraklı olduğu, güya yenilik ararken etraftaki nice değeri
tahrip ettiği şeyler var ya… Başka kültürden bir insanın elinde nasıl da değerli
oluveriyordu bizim burun kıvırıp küçümsediğimiz, bakmadan geçip gittiğimiz,
önemsenmeye değer bile bulmadığımız detaylar... Bazen bizi bizden daha iyi
sahiplenerek bize ders verecek kadar iyi olan insanlara karşı ne hissedeceğimi
şaşırıyorum.
Bunu size niye anlattım?
Hepimizin içinde farklı kırıklıklar vardır. Bir türlü tamir edemediğimiz,
açıklamaya cesaret edemediğimiz, acısından ölsek dile getiremediğimiz, çoğu
zaman ne olduğunu bile bilmediğimiz ama etimize cam kırığı gibi batarak
hayatımızı yönlendiren o yaralar… Tarafsız, hesapsız, doğallıkla, karşılık
beklemeksizin iyileştirebilecek tek şey, koşulsuz bir sevgi dokunuşudur onları.
Tıpkı o adamın içinde doğuştan olan ve hareketlerine yansıyan bu duygu gibi.
Buz gibi soğuk bir gün nasıl sıcacık hatırlanır? İşte böyle…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder