Değerli bir ağabeyimiz anlatmıştı. Yıllar önce bir arkadaşıyla beraber Ankara’dan
trenle İstanbul’a geliyorlarmış. Tren İstanbul semtlerinden ilerleyerek
Haydarpaşa’ya doğru giderken etrafa bakıp hayretler içinde kalmışlar. Bir
bakmışlar her yer yemyeşil…
“Ama sizin neslin durumu bize göre
daha kolay” diye küçük bir teselli vermeye çalıştı, ekşiyen suratımı
görünce. Babacan diliyle devam etti,
“Çünkü sizler o hallerini hiç
görmediniz, dolayısıyla bugünkü haline katlanmanız daha kolay… Bizler ise
cennet gibi dönemlerini yaşayıp görmüşüz. Bu hali bize çok dokunuyor.”
Bir şeyi sevmek, sahiplenmek, korumak için; kıymetini bilmek için illa
görmek mi gerekir? Doğru olduğunu, gerekli olduğunu, güzel olduğunu bildiğimiz
şeylerin peşine düşeriz. Hayallerimizde yaratırız önce. İstanbul’un eski yeşil
halini de görmesek, bilmesek de özlüyoruz. Zaten bizim doğumumuzdan itibaren giderek
azalan güzelliklerine şahit olmaktan ötürü üzgün ve çoğu zaman çaresiz değil
miyiz?
Yollar, yapılar, betonun içine karıştığı her şey çoğaldıkça, aralarına
sıkışıp kalarak yaşam mücadelesi veren ağaçların, bitkilerin boynu büküklüğüne
yanar dururum. Yazarım olmaz, başvururum olmaz. Şikâyet ederim olmaz. Hiç
birinin işe yaramadığını gördükçe boğazımı kaplayan büyük enerjiyi haykırarak
çıkarasım gelir;
“Evleri büyüttünüz bahçeleri küçülttünüz!”
“Aman aman koşarcasına bitirin o binaları. Yakında içinde oturacak
insan bile kalmayacak!”
“Binaların eskileri gibi insanların da çürümüşlerini tespit edip
onarabilseydiniz keşke…”
Uyuşmuş kafaların içinde bu sesler yankılanmaz. Yine de susamam.
Hadi o binalar bitti, tozu ve pisliği zamanla gitti diyelim. Kafaların
tozunu kim temizleyecek?
Kapı-duvar seviyor bu millet ama neden? Taş seviyor, beton seviyor. Taş
sevdikçe kalbi de giderek taşlaşıyor.
Sorsan herkes şikâyetçi ama projeler onaylanırken kimse imzadan elini
çekmiyor.
Apartmanların ortasında can çekişen parklar, yapay bir cennet gibi.
Bir bitse şu şu tamirat, tadilat, hafriyat… Belki huzur buluruz.
Binalar yükselirken insanlar alçalıyor.
Binalar ve arabalar yaşıyor artık, insanlar değil.
Çocuklar umurunuzda olsaydı şunu da sorardım,
Yükselmiş binaların grisinde sıkışıp kalmış, oksijensizlikten daralmış,
bu nedenle hastalıklara yakalanmış sevdiklerinize kutu kutu ilaçlar alırken hiç
kalbiniz sızlamıyor mu?
Çocuklara bu kirli hikâyeleri anlatmaktan utanmıyor musunuz?
Ama artık çocuklara dair bu sorular bambaşka dönemlere ait. Bugünlere
değil.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder