Ben hep güzel olduğumu düşünürdüm.
Güzel, verimli ve değerli… Etrafımı da güzelleştirdiğimi sanırdım.
Öyle büyük üzüntüler, hayal
kırıklıkları yaşadım ki… Türlü şekillerde haykırdım canımın yandığını ama
sesimi duyan olmadı. Benim canım yanarsa onların daha çok yanacağını
anlatamadım. Hep bir ümitle kurtarılacağım ve sevileceğim günleri bekledim. Onlar
beni azalttıkça yalnızlaştım, kimsesizleştim... Evimi darmadağın ettiler. Ailemin fertlerini bir
bir azalttılar. Oysa biz ne geniş, heybetli, birbirini tamamlayan köklü bir
aileydik. Soyumuz çok eskilere dayanırdı. Uçsuz bucaksız ve alabildiğine her
yere uzanırken, kırpık ve boynu bükük bırakıldık.
“Elleri kırılsın” diyebilir miyim?
İlahi gücün bir parçası olduğumu fark
edemedikleri için hiç acımadan ve bile bile kıydılar körpeliğime, güzelliğime, doğurganlığıma…
Gözleri öylesine körleşmiş ki, en büyük kötülüğü aslında kendilerine yaptıklarını
göremediler… Hiçe saydılar şahane renklerimi, verdiğim nefesi, sunduğum
nimetleri.
Ben hep birlikte zenginleşir, güzelleşiriz,
gelişiriz diye düşünürdüm. Önce beni ve soyumu sonra da kendi soylarını kuruttular,
öz hazinelerini tükettiler. Her gün bir yerim daha eksiliyor, kelleşiyor;
yolunuyor, koparılıyorum. İnsan eli en büyük silah ve kötülük olabiliyormuş
meğer. Benimle cennet gibi olan yerler, şimdi nefessiz ve renksiz, bereketsiz
kalmaya meyilliler.
Sesimi duyurabilseydim eğer, “BURALAR
BENİM” diye bağırırdım. “Ya benimle birlikte yaşamayı öğreneceksiniz ya da
buraları terk edeceksiniz!” Kabadayı değildim, diyemedim. Çığlıklarım,
hastalarda, hastalıklarda, hastanelerdeydi. Laboratuavurlarda üretilmiş ilaçlar
benim yokluğuma çare değildi, yokluğumun dermanı tabiatın içindeydi.
Gövdem aklın ve zaferin, kollarım
barışın, damarlarım saflık ve sadeliğin sembolü sayılırdı. Refah ve bolluk
demektim. Benzerlerimin atasıydım. Başlarına taç edecekleri yerde, zarar
verdiler.
Her yerde her şartta yaşayabilen
bir yapıda yaratılmıştım. Yaşatılmam, koruyup kollanmam kolaydı. Onlar bana
vurdukça, sayım da azaldı umutlarım da... Yerime, üretemeyen soğuk ve
hareketsiz bir şeyler koydular. Benim yüreğim bunu yapanların yerine bile
yandı. Bir yüreğim olduğunu bile bilmezler. Oysa ben onların bedenlerinin şahdamarı
gibiydim. Kendilerini, nefeslerini, geleceklerini kestiklerini bilmeden yok
ettiler beni. Görüntüm, etkim ve bereketim yok olsa bile ben dünyanın
merkezinde atan kalpleriyim. Ben olmazsam, bir gün yaşayamaz hale gelecekler. Bunu
ne zaman görecekler?
Duyuyor musunuz?
Şşşşş
O zaman biraz daha dikkatli dinleyin.
Yine mi olmadı?
Tak tak tak, gır gır gır, çlank çlunk, gırç gırç gırç…
Yoksa diğer sesler onu bastırıyor mu?
Doğrudur…
Onun ince, naif, huzur veren sesi o hantal seslerin yanında nasıl
duyulabilir ki…
Zaten onun savunucusuydum bu fısıltılar kulağıma çalınmadan önce de. Ben heybetli
gövdesine sarıldıkça ve başkalarının adına özür diledikçe, feryadına kulak
tıkayana uyarı verircesine fısıldıyor;
“Artık sonunuz geliyor…”
Bin bir yaraya dermanımız, ciğerlerimize dolan hava, kuru toprağı
süsleyen ve zenginleştiren bir nimet. Sahipsizliğine yanıyorum. Olup bitenlere
inanamıyorum.
Doğanın yemyeşil örtüsünü azaltmanın bir yolunu buluyor, yerlerine beton
yığıyor ve buna da modernleşme, gelişme diyorlar. Zaman geçtikçe yeşil
azalıyor, gri çoğalıyor. Herkes bir evi olsun istiyor, sonra bir evi daha
kiraya vermeye, sonra bir de yazlığı, bir tane daha…
O beton yığınlarının içinde kutu kutu ilaç içerek yaşamaya razılar.
Penceresinden görülecek ağaç, ekilecek toprak, yaşayan bitki kalmasa da
razılar…
Her yıl gittiğimde azaldığına şahit olduğum zeytin ağaçlarının bolluğunu
özlüyorum. Onları koruyan yasalar nerede? Dibine kalaslar yığılmış boynu bükük
zeytin ağaçları artık onlar. Yılda 15 gün içinde oturmak için tapular alınıyor.
Esas evimiz, vatanımız, havamız suyumuz
göz göre göre yok oluyor.
Kazma kürek vurulan yerler bizim geleceğimizdi. Binaların arasında birkaç
zavallı ağaç olmamalıydı. Ağaçların arasına gizlenmiş mütevazı ve ufak evler
olmalıydı.
Gösteriş için yaşayan bir millete mi söylüyorum bunları? Kime söylüyorum?
Zeytin zararlıları; zeytin sineği, zeytin güvesi, zeytin kara koşnili
olarak biliniyor. Ama ilk sıraya insanı yazmayı unutmuşlar. Sağından solundan
içinden ya da dışından yemiyor, kökünden yok ediyor onu…
Büyükşehirlerin bitirilmesi yetmemiş; inci gibi denizin mis gibi havası
her yerden istila edilmiş. Bir de bakmışsınız yarın öbür gün kafa dinlemeye,
oksijen almaya, tatil yapmaya, bunaltana metropolden kaçmaya, doktor
tavsiyesiyle şifa bulmaya gidecek yer kalmamış. Doymayan gözler onları yemiş
yemiş bitirmiş…
Sadece zeytin yiyerek karnını doyurmuş kalabalık bir aile var bildiğim.
Sadece zeytin toplayarak kazandığı parayla evini geçindiren köylüler var. Sadece
zeytin ağaçlarıyla bezenmiş dağ yamaçları var. Sadece zeytinyağlı sabunla
saçlarını yıkayan yaşlılar var. Sadece zeytinyağlı yiyerek yaşayan mide hastalarıyla
vejetaryenler. Sadece zeytin ağacının gölgesinde yaşayabilen hayvanlar…
Pahalı arabalarınızı gölgesine park etmeyi, çocuklarınıza meyvesini
koparmayı biliyorsunuz da ilk fırsatta nasıl onları yok etmeye giden imzaları
atıyorsunuz?
Bunun adı cinayet…
Ve ağaç ben ona sarılırken yine kulağıma fısıldıyor,
“Ben ölüyorum ama esas sizin
sonunuz geliyor.”
Ne kadar guzel anlatmissin�� insallah kor sagir vicdanlara ulasir bu sozlerin������
YanıtlaSilNe kadar guzel anlatmissin�� insallah kor sagir vicdanlara ulasir bu sozlerin������
YanıtlaSil