Şartların zorluğuna ve maddi-manevi külfetlerine aldırmadan, ortaya çıkan
engelleri kaldırarak ve moralleri aşağıya çeken gelişmelerin aksine, insan ve
kitap sevgisiyle yola çıktığımız günlerde buna değdiğine kendimizi inandırmaya
çabalamaktayız. Aynı dilden konuşmanın ve herhangi bir şekilde anlaşmanın mümkün
olmadığı insan türleriyle bir arada olmanın zahmetine katlanıyorsak bunu bir
tek şey için yapmaktayız; iyileşmeye ve düzelmeye olan inancımızdan…
Yemek - içmek, uyumak gibi temel ihtiyaçları karşıladıktan sonra hayata
bir seyirci olarak uzaktan bakacak kadar uyuşmuş insanları dürtebilmenin bir
yolunu bilebilseydik keşke… O kadar sığ, sıradan ve faydasız yaşamaktan
kurtulmaları, kendileri ve başkaları için güzel bir harekette bulunmaları
mümkün olsaydı keşke…
Müzik, doğa, kültür ve yaratımların ucundan köşesinden
yararlandırabilseydik herkesi… Bundan mahrum kalanların, bu durumun tek suçlusu
olamayacaklarını bilmekle birlikte, çıkar yollar düşünmenin eşiğinde
çırpınmalardayız. Gözlerindeki perdeyi indirmek, kulaklarındaki pası silmek ve
yaşarken ölüleşmiş siluetlerine bir can ve anlam kazandırmak için sihirli
değnekler mi lazım bize?
Sosyal medyada dolaşan “bir kitaba 10 lira vermeyi pahalı bulurken fal
baktırmaya 50 lira veren bir milletiz” ifadesine hüzün içinde gülümserken,
hayatın içinde bunun örneklerini bire bir yaşayınca daha fazla acı duyuyor
insan.
Kültürel bir etkinliğin kapsamında yer alan kitap standının başında duran
orta yaşlardaki adam, sadece bir kitap satıcısı değildi. Beyazlaşmış saç ve sakalları,
gözlüğü ve bilgeliğin her yanına yayıldığı gözlenebilen yüz hatlarıyla daha çok
bir üniversite hocası veya bir mucidi andırıyordu. Sanki ona sormayı akıl ettiğiniz
takdirde, oradaki tüm kitaplarla ilgili size anlatacak bir bilgi birikimi, bir
anısı, bir önerisi ya da bir hikâyesi vardı. Kimse ondan bir kitap alıp
geçmemeliydi. Oturup sohbetine katılmalı, onu uzun uzadıya dinlemeli,
enginliğinden faydalanarak zenginleşmeliydi…
Sanatçı ve tarih bilimci oluşunun yanında mütevazılığı ve kibarlığı ile
de gönülleri fetheden bu adam, görmeyi bilenler için insani bir zenginlikti… Oysa
öyle uykuda ve şuur yoksunu kimseler yanaşabiliyordu ki yanına, ondaki
özellikleri görmeyi bir yana bırakın, sabrı ve gücünden çalacak kadar onu
zorlayabiliyorlardı. Yine de istek ve heyecan ile işinin başındaydı…
Orta yaşlardaki karı-koca, sinemaya girmeden önce vakit öldürmenin
derdindeydiler. Alışveriş sepetlerini doldurup arabanın bagajına boşaltalı
saatler olmuştu. Karınlarını tıka basa doyurmuşlar ve ikişer üçer çaylarını
içmişlerdi. Etrafta yapacak bir şeyler aranırken yakınlarındaki kitap standını
gördüler.
Tarihsel ve güncel yayınlardan kişisel gelişime, çeşit çeşit romanlardan
felsefi denemelere, dünya edebiyatından yerli eserlere kadar pek çok çeşidin
yer aldığı kitapların bulunduğu masa, tüm zenginliği ve vericiliğiyle okurları
beklemekteydi. Karşılıksız vermeye alışmış bir anne gibi fedakâr ve beklentisizdi…
Karı - koca önce şöyle kabaca bir bakış attılar güzelim kitaplara… Yüzlerinde
ilgisiz, sıkıntılı ve somurtuk bir ifade dolaştıklarına bakılırsa kitap seçmeye
gelmiş olamazlardı. Vakit geçirmek için daha iyi bir fırsat bulsalar bir saniye
bile durmayacak gibi bir hava içerisindeydiler. Aslına bakılırsa, şöyle etrafta
tanıdık bir komşu veya akraba falan görüp de iki çift laf etmek geçiyordu
akıllarından… Gel gör ki şu kitap yığınından başka ilgilenecek bir şey
kalmamıştı! Sinemanın başlamasına daha yarım saat vardı…
Kitapların başında bekleyen, görevinden memnun ve çocukları ya da torunlarıymışçasına
önündeki eserleri sahiplenmekte olan iyi niyetli ve güler yüzlü adama, bir
seçim yapmadan genel anlamda fiyat sordular;
“Kaç lira?”
Tecrübelerine dayanarak, ilgilerinin fiyat sormaktan öteye gideceğinden
duyduğu kuşkuyla cevap verdi adam;
“On lira.”
Gelen yeni soru beklenmedik ve ilginçti;
“Kaç tanesi?”
Pazaryerinde kilo hesabı yapan müşteri edasıyla yaklaşan bu çiftin
yaklaşımından pek haz duymayan gözlüklü adamın iyice morali bozuldu. İsteksizce cevap vermektense, onları biraz
şaşırtmak ve silkinmelerini sağlamak amacıyla esprili bir yol denemeye karar
verdi;
“41 tanesi…”
Karşısındaki adam boş bakışlarla karısına dönerek,
“Yahu hanım, 41 tane kitabı nasıl seçeceğiz?” diye ciddiyetle sordu.
Kadın umursamazca çantasını karıştırıyordu, onunla pek ilgilendiği yoktu.
Kitabın satışından çok kültürel yoksunluğa hizmet etmeye gönül vermiş
olan gözlüklü ve ak saçlı adam vücuduna yayılmaya başlayan olumsuz elektrik ve sinir
dalgalarına hâkim olmaya çalışarak,
“41 kere maşallah size…” deyiverdi.
Sinema saatini bekleyen çift biraz daha ilgisizce oyalandıktan sonra
kitapların başından ayrıldılar. Bir tek kelime bile etmeden… Sabah saatlerinde
günlük gazetelerin spor ve magazin sayfalarını paylaşmaktan öteye gidemeyen bir
karı - koca olmalıydılar. Evde pişecek yemeğin çeşidi, alınacak eşyanın rengi
ve modeli, misafirin ağırlanacağı koltuğun yerleştiriş şekli, kendilerine
katacakları herhangi bir gelişim kırıntısından çok daha önemli gibiydi.
Birazdan sinemaya girecek, filmin ortalarına doğru belki koltuğa iyice
yayılıp şekerleme yapacak, ara verildiğinde mısır ve meşrubat atıştıracak, film
bitip de salondan çıktıktan sonra filmin herhangi bir boyutunu tartışmadan
tekdüze yaşamaya devam edeceklerdi muhtemelen…
Gözlüklü ak saçlı adam arkalarından bakakalırken kendini üzgün ve yalnız
hissediyordu. Kitaplar da öyle boyunlarını bükmüş gibiydiler…
Uykudan uyanmanın, uyandırmanın bir yolu olmalıydı ama ne?
Hüznün ve yenilmişliğin gölgesinden sıyrılmak için diğer kitap standındaki
dostlarının yanına uğramakta buldu çareyi... Onlar da benzer olaylarla
karşılaşmaktan muzdarip olan, kendisini anlayabilecek yegâne insanlardı. Olayı
onlara anlatarak sıkıntısını biraz hafiflettikten sonra, kendi çalışmalarına
devam ettiler. Orada kitap satmakla sınırlı olmayan geniş vizyonları onları
ayakta tutan ve enerjilerini besleyen çiçekler gibiydi. Renk renk açarken
insana ümit veren, gülümseten ve dünyasını zenginleştiren…
Profesörlere benzeyen görüntüsüyle bulunduğu ortama kalite ve bilgelik
yayan gözlüklü adam, yaşamaya alışageldiği bu olayın yazıya döküleceğini ilk
başta bilmiyordu. Öğrendiğinde ise gözleri ışıkla parladı…
Hiç bir çabanın boşa gitmediğini ve bir gün karşılık bulacağını hesaba
katarak; Kimseyi küçük görmeden; kimilerini uyurgezer halleriyle oldukları gibi
kabul ederek ve suçlama hatasına düşmeden onlara yardım etmenin yollarını
aramaya devam edeceğiz galiba... Yaşadıklarını fark ettirmek, tüketimden
üretime ve duyarsızlıktan inceliğe geçmelerini sağlayabilmek için…
Hâlâ ümidimiz var. Çünkü sanat, insan içindir.
* Bu yazının ilham kaynağı olan Raşit Öztürk’e sevgi ve saygılarımı sunarım.
Kitap ve insan ilişkisi açısından hakikaten güzel bir gözlem olmuş. Ancak insan-kitap ilişkisinin bu kadar büyük bir uçurumun olmasında hiç mi yazarın,yayıncının ve kitap kurtlarının günahı yok? Ben naçizane fikrimi söylüyorum: okuyan insanın,okumayan insan üzerinde negatif bir etki yaratıyor. AKP iktidarı havadan inmedi.
YanıtlaSilKolay gelsin. Şafak ORBAY